Halk Düşmanı Görev Başında TEVFİK ÇAVDAR

Sizleri bilmem ama ben ninnileri ve de masalları hiç sevmem. O insanı her yaşta uyutan ezgilerin, öykülerin altında hep bir aldatmacayı, günümüzün yaygın söylemiyle takiyyeyi ararım. Küçücük, dünyaya yeni adım atmış bebek, bir yandan beşiğinde sallanırken, yanık bir sesle ninni söylenir: "Danalar girmiş bostana, kov bostancı danayı, yemesin lahanayı." Kimse düşünmez bostana giren danayı kovalamayı, ille bir bostan bekçisi aranır. Alaaddin'in sihirli lambasından çıkan cinler, satması gereken kibritleri ısınmak için yakan kibritçi kızlar. Sözün özü doğumdan ölüme kadar çaresizliğimizi, yaşamak için hep "nizam bekçilerine" biat etmemizi öğütleyen ezgiler, masallar... Şimdilerde kapitalizmin aklıevvel ideologları aynı masalları yinelerken, yasalara bile girmiş olan "Müesses Nizamı" bozmamamız için IMF bekçilerini üzerimize salmaktalar. Sağlıklı hastaya bile neredeyse morfin iğnesi yapacaklar. Ninnilerle, masallarla uyutacaklar ki "Müesses Nizam"larının acımasız istilasını sürdürebilsinler. İbsen'in Halk Düşmanları yeni açlar, yoksullar yaratmak için en vurucu silahlarıyla iş başında.

Sermayenin "Müesses Nizamı", yaşamsal kavramları bile kendi çıkarları doğrultusunda tanımlar ve bunu bilimin etiketiyle sunar. Açlık ve yoksulluğun tanımı da kafa karışıklığına güzel bir örnektir. Geride bıraktığımız hafta içinde TUİK, Türkiye'deki açlık ve yoksulluk sınırındaki nüfusla ilgili bilgileri yayınladı. Bu yayına göre 539 bin kişi (toplam nüfusun % 0.74'ü) açlık sınırının altında, 12 bin 930 bin kişi de yoksulluk sınırının altında (% 17.81) yaşamaktadır. Bu oranlar kırsal alanlarda ve eğitimsiz yığınlarda daha da yüksektir. Bu noktaya kadar her şey akla yatkın gelmektedir. Ne var ki açlık ve yoksulluk sınırının tanımında bu sayılar anlamsız kalmaktadır. Hatırlanacağı gibi çok yakın bir tarihte TUİK 4 kişilik bir ailenin açlık sınırını 205 YTL, yoksulluk sınırını da 599 YTL olarak açıklamıştı. İtirazlar yükselince de TÜİK Başkanı açlık sınırının "ölmeyecek" düzeydeki kalori miktarı olarak saptandığı savını öne sürmüştü. Yani sermaye ancak ölüm sınırındaki yaşamayı açlık, ölmeyecek düzeydeki gereksinimi de yoksulluk olarak tanımlıyor. Bu bağlamda Asya, Afrika, Latin Amerika'daki sömürüyü düşünürsek, her türlü zulmü yapmayı göze alabilecek açgözlülüğü daha açık anlayabiliriz. Kâr için her şeyi göze alabilen küresel sermaye ve onun şirketleri bu yaklaşımlarıyla bugünkü krizi yaratmışlardır.

Krizin temelindeki ana sorunları saptayıp yeni çözüm çareleri ya da paketleri de "Müesses Nizamın" yeni yağmalarına fırsat yaratacak boyuta gelmiştir. ABD, AB ve Japonya vb. gibi gelişmiş ülkelerin kumarbaz piyasa oyunlarıyla yeni simyacılık yapan şirketlere akıttığı para yaklaşık olarak 5 trilyon doları aşmış görülmektedir. Buna faiz indirimi, vergi indirimi gibi dolaylı yollarla sağlanan ayrıcalıkları da katarsak durum daha bir açık kılınabilir. Küçük bir örnek, kurtarmanın devasa boyutunu ortaya koymaktadır. Sadece CİTİ grubuna akıtılan 350 milyar dolara ulaşan fon, Türkiye milli gelirinin % 80'ine yakındır. Tüm bu pompalara rağmen şirketler doymamış görünüyorlar. Yalvarmalar kimi zaman traji-komik bir oyuna bürünüyor. Bu durumu son günlerin hiciv ustası Selahattin Duman, Aziz Nesin'i aratmayacak bir belagatle sergilemektedir. Kısacası açılan her paket, daha fazla sömürünün, açlığın, ve yoksulluğun davetiyesi olmaktadır. IMF ve Dünya Bankası'nın görevi ise "Müesses Nizam"ın çatırdayan istinat duvarlarının tamiri süresince zaptiyelik yapmaktır. Bunların sağladığı küçük kredi olanaklarının toplamı CİTİ grubuna yönelik kurtarma fonuna denk bile düşmeyecektir.

Bu noktada Türkiye'nin son yarım yüzyılındaki ekonomik krizlere bir göz atalım. 1955-58 krizi alış ödemelerinde karşılaşılan bir bunalımdır. Süleyman Demirel'in "70 cent'e muhtacız" diye feryat ettiği 1974, nihayet Ecevit'in Lüksemburg Dükalığı'ndan niyaz ettiği 1 milyon dolarla başlayan 1978 krizi de aynı niteliktedir. Dış borç yükü, ihracatın, ithalatı karşılamaması bu krizlerin ana nedenidir. 2001 krizi ise finans sisteminin güçsüzlüğüne ve teminatsız holding içi kredilere, Uzanlar'ın yeni simyacılığa özenen politikalarına uzanan nedenlere bağlanabilir. Fakat bugünkü kriz küresel finans kurumlarının maceracı politikalarının ürünüdür. Nitekim IMF'nin zaptiyeliğine gereksinim kuşkuyla karşılanmıştır. Ne var ki küresel kapitalizmin "töre"si ağır basmış, masaya oturulmuştur. Paket hazırlanmaktadır. Uluslararası tekellerle iç içe geçmiş sözde yerli şirketler daha şimdiden "Hani bana, hani bana" türküsünü çığırmaya başlamışlardır. Bundan böyle açılacak her "istikrar" paketi, açların, yoksulların, emekçilerin geçimlik küçük üreticilerin son lokmalarına da göz dikecektir.

Pakette olması beklenen önerilerden ilk akla gelenlere şöyle bir bakalım:

-Kurumlar vergisinde her türlü indirim olasılıklarına itiraz etmeyen Maliye Bakanı Unakıtan, sıra KDV ve ÖTV vergilerine gelince "Vergilerime dokundurtmam" diye kükrüyor. Çünkü bu vergiler tüketim anında peşin alınıyor ve yükün büyük bölümü emekçilerin, halkın üzerinde.

-Reel sektöre kaynak aktarma söz konusu olunca işsizlik sigortası fonunda birikmiş 37-40 milyar YTL akla geliyor. Bu planlı dönemlerden kalan bir alışkanlık 1962-80 döneminde yani ilk dört planda ulusal tasarruf özel ve kamu tasarrufu olarak iki kalemde ele alınırdı. Kamu yatırımlarında, kamu tasarrufu olarak nitelenen SSK tasarrufları düşük faizle kullanılırdı. Sonraları kara delik diye şikayet edilen açık böyle oluştu. Şimdi de aynı şekilde işsizlik fonu yağmalanacak.

-Kamu İktisadi Teşebbüsleri babalar gibi satıldığı için devletin istihdamı artırma gücü olamayacak, dahası bu kurumları yağmalayan özel kesim sayıları ikiye-üçe düşmüş kamu bankalarından kredi kolaylığı isteyecek ve alacak.

-Devletin candamarlarını emen özel sülükler doymak bilmeyeceği gibi, onlara yenileri de eklenecek. "Aman finans sektörü çökmesin, reel sektör ayakta kalsın" diye emekçilerden, yoksullardan, hatta açlardan daha fazla fedakarlık, gelecekteki nurlu ufuklar adına sabır istenecek.

-Bu arada "Perakende Haftası" vb. gibi yeni satış yöntemleriyle de reel kesimin ne özverili olduğu sergilenecek.

Tüm bu tedbirler krizin hızını kısa bir süre için kesecek ama krizlerin sonu gelmeyecek. Çünkü sermaye Marx'ın altını çizdiği gibi kâra, yağmaya doymayacak, küstahlaşacak, sonunda Drakulaşacak. "Hayır" deyince, dünya halklarını eko-kıyametin mahşerine sürükleyecek. Acımasız, kâr ve servet hırsına, ancak işçi sınıfının önderliğiyle dur denilir. Her zaman geçerli olan bir belgiyi yineleyelim: "Yağma yok, sosyalizm var."