Dipsiz Kuyu

Gün geçmiyor ki medya da "kriz dibe vurdu mu?" tartışması yapılmasın. Ünü kendilerinden ve de sermayeden menkul dizi dizi ekonomi bilimciler bu konuyu enine boyuna irdelemekten bîtap düştüler, gene de bir sonuca varmış değiller. Ellerindeki kara kaplı kitaplar onları aydınlatamıyor. "Serbesti" diye betimlediğimiz liberal ekonomi öğretisinin ünlü ustaları Adam Smith, Ricardo, Mills ve ardılları, düzeni onarma ustaları, Keynes, Milton Friedman ve onları izleyenlerin reçeteleri krizin atlatılmasına yardımcı olamıyorlar. Açık söylemek gerekirse liberal ekonomi bir dipsiz kuyuya düşmüş, çözülerek yuvarlanıyor. Çünkü iman ettikleri öğreti bu kuyuyu yarattı.

Liberal öğretinin ekonomi tanımı özetle şöyledir. "İnsanların sınırsız ihtiyaçları ile sınırlı tatmin kaynakları arasında optimal bir dengeyi oluşturma çabası". Bu optimal dengeyi ise "Tanrı'nın görünmeyen eli" olarak betimlenen "Piyasa" sorgulayacaktır.

Ana hatlarıyla belirttiğimiz bu tanım sistemin temel zaafiyetini de bünyesinde barındırmaktadır. Şöyle ki insanın ihtiyaçları sınırsız değildir. Bunları kendisini ve ailesini hem fizikî, hem de zihinsel açıdan geliştirerek yeniden üretecek temel gereksinimler olarak kolaylıkla sınırlayabiliriz. Sağlıklı mekan, beslenme, eğitim ve sağlık parantezi içinde toplayabileceğimiz bu ihtiyaçları, mevcut kaynaklarla "optimal" olarak karşılayabiliriz. Ne var ki, böyle bir dengeyi ilahi olarak karşılayacağına inanılan serbest rekabet piyasası mevcut hastalığın virüsüdür. Çünkü devreye "kâr" diye bilinen "sınırlanamayan hırsı" sokmaktadır. Piyasa "kaynak ve ihtiyaç" bir başka deyimle arz ve talep dengesini daima kâr'ı azamileştirecek noktada kurmaktadır. Böylece toplumda gelir ve servet dengesizlikleri de büyümektedir. Kârın temelde emeğin yarattığı üründen işverenin el koyduğu bölüm olduğu (artı-değer) düşünülürse sistem sefalet ile zenginlik arasında uçurumu arttırmakta, sermaye ve sermayedarın egemenliği hızla güçlenmektedir.

Yukarıda ana çizgilerini sergilediğimiz aşırı kâr tutkusu sınır tanımayan bir genleşmeyi de yaratmıştır. Bu dizginlenemeyen genleşmeler sitemin krizleri olarak karşımıza çıkmaktadır. 19. yüzyıldan bu yana sözünü ettiğimiz krizlerin şiddeti ve sıklığı büyümektedir. Nitekim 1975-2008 arasındaki krizler hem daha sıklaşmış, hem de şiddetlenmiş bugünkü noktaya gelmiştir. Bundan önce yazdıklarımda da yaşadığımız krizin özgün yapısına değinmiştim. Türev paranın ve arızalı finansal varlıkların sınırlanmayan genleşmesi yaşadığımız depremin temelindeki kırılmış faydır. Büyüklüğü hesaplanamamaktadır. Yarattığı kuyu dipsizdir. Sistemi bütünüyle yutacak bir anafor yaratmaktadır.

Liberal ekonomi yandaşları (yani küreselleşmiş kapitalist sistem) mal derdindedir. Ne yazık ki onlarla eklemlenmiş, gelişmekte olan pazar ülkeleri ise can derdine düşmüştür. Asya, Afrika, Güney Amerika da milyarlarca insanın yaşadığı ülkeler var olma, ayakta kalma uğraşındadır. İşsizler, açlar, bir lokma bir hırka ile geçinenler arttıkça artıyor.

Bazen eleştirdiğimiz, bazen de dört elle sarıldığımız "ne yapmalı" sorusu gene ortaya atılmış durumda. Finans kapital elini açmış "ver bana , hep bana" demekte ısrarlı. İyi polis Obama, biraz kamu harcamalarını arttırarak yığınlara hoş görünürken avuç avuç banka , şirket kurtarmaya yönelik dolar dağıtmaktadır. Detroit'in otomotiv devleri yok olmanın eşiğinde. Şimdiye kadar finans sermayeye aktarılan trilyon dolarlar yetmedi, IMF ve Dünya Bankası sistemin kurtuluşunu 4-5 trilyon dolar daha gereksinim duyduğunu açıklıyor.

Türkiye'de sayısını kimsenin bilmediği çözüm paketlerinin hemen hepsi sermayeyi tatmin etmeye yönelik. İşbirlikçi yapısını çoktan bildiğimiz Türk Metal-İş sendikası Erdemir işçisine sırt çevirerek, Türk-İş, DİSK ve Hak-İş susarak sermayeye desteklerini esirgemiyorlar. Hükümet kiralık işçi projesini bile gündeme getirmeye getirebiliyor. Görülen odur ki Türkiye'de hükümet ve sermaye şu noktalarda hemen hemen fikir birliği halinde gözüküyor.

IMF'nin ekonomiyi küresel kapitalizmin istekleri doğrultusunda denetlemesinin kabulü. Kredi musluklarının kamusal garantilerle donatılarak sermaye şirketlerine akıtılması Merkez Bankası olanaklarının Banka sisteminin gereksinimlerine göre uyumlanması için tedbirlerin alınması Sermaye üzerindeki vergi yükünün azaltılması İşçi ücretleri baskı altında tutulacak Sağlık ve diğer sosyal sigorta destekleri kısıtlanacak

Bu tedbirler sürekli olarak yenilenerek küresel sermayenin içindeki bunalımın atlatılmasına destek olunacaktır. Yükselen pazar olarak Türkiye'ye düşen görev budur. Altını çizmeme gerek yoktur ki yukarıda başlıcalarına değindiğim politikalar ülke ve yığınların çıkarına değildir. Yoksulu daha yoksul hale dönüştürecek, işsizliği büyütecek, Türkiye halkını ucuz emek kaynağı olmaktan kurtarmayacaktır.

Türkiye'nin var olan küresel krizi, ünlü deyimiyle, ülke için bir fırsata dönüştürebilmesi bağımsız bir geçiş ekonomisi uygulanmasıyla mümkündür. Turgut Özal'ın misyonerliğini yaptığı neo-liberal geçiş programı (1980-1990) nasıl Türkiye'yi küresel kapitalizmle eklemlediyse bu kez de yeni bir geçiş programıyla bu eklemlenmeyi sağlayan ekonomik bağları koparmamız zorunluluğu ile karşı karşıyayız. Bir kez daha hatırlayalım, 1980'li yıllarda atılan adımların ilk ikisi Ticari ve Mali akımların serbestisiydi. Bunu izleyen dönemde ise IMF denetiminde, Derviş'in gündeme getirdiği "yeniden yapılanma" paketleri, AB'nin baskısıyla yapılan "Uyum Yasaları" ve de Avrupa Gümrük Birliği'ne giriş kararı ve de kamu ekonomik varlıklarının özelleştirilmesi... Bu kez süreci tam tersine işletmemiz gerek. Bunu günümüzün siyasal partilerinin yapması kolay olmayacaktır. Sosyal Demokrat olma savındaki CHP böyle radikal bir iradeyi göstermekten uzak, hatta tam tersi bir eğilimi izlemek istidadındadır.

G-20'lerin toplantısında sermaye egemenliğindeki ülkelerin liderleri, ekonomi uzmanları ısrarla bir endişenin altını çizdiler. "Korumacılıktan" kaçınmalı. Eskilerin "Usul-u Himaye" dedikleri, Maliye Nâzırı Cavid Bey'in Akyiğitoğlu Musa Bey'i bu nedenle sürgünlerde dolaştırdığı ekonomi politika yeniden gündeme gelmeli. Krizden, daha bağımsız bir ekonomi politikaya ulaşmanın ilk adımı "Korumacılık". Önümüzdeki aylarda sözünü ettiğimiz "geçiş ekonomisi" olgusuna sık sık döneceğiz. Ticarî ve finansal akımlara yönelik korumacı adımlar bu sürecin olmazsa olmaz ön koşuludur. Aksi takdirde "dipsiz kuyu"da yuvarlanır dururuz. Ne acıdırki Bakanlar Kurulu'nda yapılan son değişiklikle ekonominin tüm sorumluluğu Ali Babacan ve Mehmet Şimşek'e verilmiştir. Bunun manası krize yönelik politikalarda ABD ve AB'nin izinden gidileceğidir. IMF yeniden Türkiye iktisadının direksiyonuna geçecektir. Babacan-Şimşek ikilisi yeni bir Kemal Derviş misyonunu yansıtacaklardır. Süreci, bu nedenle tersine çevirmekte acele etmeliyiz. Dipsiz kuyunun ağzındayız.