Davos'un Konuşulmayan Gerçekleri

Fırtınalı toplantının üzerinden neredeyse iki hafta geçti. Olay ve etkileri, çeşitli spekülasyonlar ve panik ataklarla süslendi. Başbakan Erdoğan'ın tepkisine çok kişi katıldı. Kimisi alkışladı, kimisi komplo teorileri üretti, kimisi ise kabul edilemez bir panik atakla "İyi de şimdi Batı ne der" telaşına düştü. Ne ki, kimse bu fırtına benzeri olayın su yüzüne çıkardığı gerçekleri konuşmadı. Oysa Türkiye'miz açısından bu gerçeklerin üzerine eğilmemiz, bir anlamda flu olan Davos resmini daha bir anlaşılır kılmamız gerekiyordu.

Davos'taki tartışma karesini anlaşılır kılmak için bazı tespitleri yapmamız zorunlu görünüyor. Bu bağlamda SSCB'nin duayen Dışişleri Bakanı Gromiko'nun anılarında Wall Street'i (New York Borsası) "Önü okyanusa arkası mezarlığa bakıyor" betimlemesini yineledikten sonra "Wall Street Journal"in Erdoğan'ı "Chutzpah" olarak suçlamasının altını çizelim. WSJ, Financial Times, Economist gibi yayın organları kapitalist ekonomi politikanın yolunu çizen, savunan iletişim silahlarıdır. Bu nitelikteki bir gazetenin Başbakan'a "Chutzpah" demesinin üzerinde durulmalıdır. Medyamız İbranice olan bu sözcüğü "Küstah" olarak dilimize çevirdi. Doğrudur. Yalnız bu sözcük küstahın ötesinde "Hain", "İhanet ederek küstahlık yapanlar" için de kullanılır. Küresel sermaye Erdoğan'a "Chutzpah" diyorsa, onu kendisine ihanet ettiğine inandığı için böyle niteliyor. Bu noktayı bir kenara not edelim.

İkinci tespitimiz ise ulusal genlerimize işlemiş olan "ezilmiş, itilmiş, kakılmış"lık duygusu. Osmanlı İmparatorluğu'nda Türkler "Etrak-i bi-idrâk" izansız, idraksiz Türkler diye adeta aşağılanırdı. Aynı imparatorlukta Araplar "Kavm-i Necip" (Asil Kavim), Ermeniler "Tebaa-i Sadıka"ydı. Yönetimde ise devşirmelerden oluşan Enderun söz sahibiydi. "Devşirme" konusu dini bir anlamda asimilasyondur.Bugün vatan şairi olarak bildiğimiz Namık Kemal, vatan kavramını öne çıkardığı halde "Osmanlılık" yaklaşımını hep savunmuştur. Yeni Osmanlılar, Jön-Türk hareketleri de hep aynı "Osmanlılık" yaklaşımını yeğlemişlerdir. İlk kez 1908 seçim kampanyasında Hüseyin Cahit, Rum ve Ermeni azınlıklarının ulusçu söylemlerine karşı kaleme aldığı "Millet-i Asli" makalesiyle Türkleri Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki gerçek yerine oturtmuştur. Ne gariptir ki Türkler kendi tarihlerini yabancıların eserlerinden öğrenmişlerdir.

Bu kısa tarihi tespit Erdoğan'ın fevri hareketinin bir saiki olabilir. Yüzyıllık inkilâp sürecimizde buna benzer nice eylem ve söylemlere tanık olmuşuzdur. Bu nedenle televizyonda Peres'in tehditkâr parmaklarını, moderatörün ilginç söz kesme davranışlarını da görünce, ben de dahil Başbakan'ın hiddetini anladık.

Ne var ki, birkaç dakika süren o tartışma sonrasını hiç değerlendirmedik. Bu bağlamda benim söyleyeceklerim şöyle özetlenebilir.

a- Benim açımdan tartışmanın asıl üzerinde durulması gereken noktası Başbakan'ın "Benim için Davos bitmiştir" cümlesidir. Bunun üzerinde yeterince durulmadı. Türkiye'nin Davos'ta işi nedir? Dünyanın ezilen halkları Davos'taki "Dünya Ekonomi Forumu"na karşı "Başka Bir Dünya Vardır" şiarıyla yeni bir dünyayı yaratma olanaklarını "Dünya Sosyal Forumu"nda ararken, bizim yer alacağımız platform Davos değildir. Davos bir şirketin örgütlediği başta CIA gibi istihbarat organlarının desteklediği, çokuluslu tekellerin yani Şirketokrasi'nin şûrasıdır. Bu şirketlerin dünya ekonomisinin çarklarının küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda dönmesi için önerilerini sergilediği ve bu küresel oyunun içinde yer alan hükümet önderlerinin bu emirleri tebellüğ ettiği bir "Sermaye Parlamentosu"dur. Bu gerçeğe karşın 12 Eylül Darbesi'nin iki yaratıcısından biri olan Özal (diğeri Evren'dir) ülkemizi Davos'a adeta zorla üye yapmıştır. Neo-liberal ekonomiyle eklemleşmenin hevesiyle Ocak ayı Davos ayına dönüşmüştür. Bu platformda etkin bir yerimiz yoktur, olamaz da. Putin bir heves katılıyor, Çin oyununu piyasa üzerinden oynamak zorunda olduğu için orada. Küreselleşmiş sermayenin bu büyük oyuncularının arasında bizim yerimiz, prensin balosuna ancak bir peri yardımıyla giden Cinderella bile olamaz çünkü orada düşürülecek kristal ayakkabımız yok. Evet, Başbakan'ın vurguladığı gibi "Davos Türkiye için bitmelidir".

Nitekim ülkemizdeki sermaye odaklarının ağlayarak, çırpınarak istedikleri IMF sevdasına da son verilmelidir. Bağımsız Sosyal Bilimciler tarafından hazırlanan "2008 Kavşağında Türkiye" (Yordam Kitap) adlı yapıt, bu gerçeği olanca açıklığı ile ortaya koymaktadır. Neo-liberal ekonominin savunucularından, IMF ve AB çıpalarını ekonomimiz açısından gerekli gören Asaf Savaş Akat bile bugün "IMF'ye gereksinimimiz yok" demeye başladı. Unutmayalım on yıllık IMF kelepçesinin "Bodyguard"ı Kemal Derviş bu ülkeye yapısal reform adıyla ulusal erk'in dışında karar verecek özerk üst kurulları getirdi. Merkez Bankasını özerk yapıya dönüştürdü. Anlaşıldığına göre IMF bu kez ekonomiye egemen üç üst kurulun (Bankacılık Denetleme, Mevduat Sigorta Fonu ve Sermaye Piyasası Kurumu) üstünde hepsini gözetleyip yönlendirecek bir ultra-üst kurul daha oluşturulmasını şart koyuyormuş. Yani egemen bir ülkenin en temel hakkı olan ekonomik politikasını yönlendirme gücüne el koymak niyetinde. Kuşkusuz ki her yurtsever buna hayır demelidir.

b- Tartışmanın hemen arkasından televizyon ekranlarını dolduran, (bazıları bir siyasi partinin üyesi olan) emekli büyük elçiler, kendilerine yakışmayacak bir telaşla, "Yanlış oldu. ABD ve AB ne der" feryatlarına başladılar. Bu onlar açısından traji-komik bir görüntüydü. Fakat aynı zamanda dış politikadaki bir güce bağlı olma fobisinin de yansımasıydı. Dış politikamıza egemen olan "tapınmaya" uzanan bu ezikliği anlamak için Abdülhamit'in Mabeyn Kâtibi (Özel Kalem Müdürü) Tahsin Paşa'nın yeniden yayınlanan "Yıldız Hatıraları"nı okuyun. Orada elçilik tercümanlarının Mabeyn Kalemi'ne hışımla gelişlerini, sarfettikleri ağır sözleri. Abdülhamit'in İngilizleri ürkütmemek için ne türlü dengeleri kolladığını, Karadeniz kıyısındaki (Şoçi, Yata gibi) yazlık sarayına gelen Rus Çarı'na nasıl hediyelerle "Hoş geldin komşu" ziyaretine giden heyetleri ve nice baş eğişleri ibretle göreceksiniz.

Ne yazık ki 1930'lu yılların sonlarından itibaren Türkiye dış politikası sürekli güçlünün yanında olmayı yeğlemiştir. Gerek Şükrü Saracoğlu'nun, gerekse Numan Menemencioğlu'nun Nazi Almanyası'na eğilimli politikalarını, bunun yansımalarını bir yana bırakalım. Fakat 1946'dan sonra Hasan Saka ile başlayan ve zamanla adeta kurallaşan ABD ve NATO yanlısı politika, Türkiye'nin özellikle tarafsız ve bağımsızlık mücadelesi veren halkların gözünde değerini neredeyse sıfıra indirgemiştir.

Hindiçini'de (bugünkü Vietnam) egemen olan Fransızlar desteklenmiştir. Dien-Bien-Fu'da bozguna uğrayan Fransa'nın yerini alan ABD ve onun uydusu olan Güney Vietnam rejimi, Bağımsız Vietnam direnişine karşı yeğlenmiştir. Genç devrimci kuşağın "İki... Üç... Daha Fazla Vietnam" belgisi polis copuyla karşılanmıştır. İşgalci Fransa'ya karşı ülkelerinin bağımsızlığı için mücadele eden Cezayir direnişçileri, Ankara Radyosu'nun haberlerinde "Tedhişçi", "Terörist" olarak damgalanmıştır. Hele Mısır'da Kral Faruk'u devirip önemli bir devrimi gerçekleştiren Nasır, Dışişlerimiz tarafından adeta düşman muamelesi görmüştür. Süveyş Kanalı'nı devletleştirmesi üzerine İngiltere ve Fransa'nın silahlı müdahalesi desteklenmiş, Mısır-İsrail savaşında bile Mısır lehine tavır alınmamıştır. Irak'ta Kral Faysal, Naip Abdullah ve Başbakan Nuri Sait devrilip cumhuriyet ilan edilince, Bayar ve Menderes ikilisi neredeyse Irak'a askeri harekâta başvuracaklardı. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'nun, Bondung (Endonezya)'daki Bağımsızlar toplantısındaki davranışı ve konuşması bugün bile yürekleri acıtmaktadır. İçlerinde Hasan Işık, Mahmut Dikerdem vb. gibi saygın isimlerin de bulunduğu bu camianın büyük çoğunluğunun "Zamir"i, on günlük televizyon serüvenleriyle ortaya çıkmıştır.

c- Zamirlerini gizleyen maskelerin düştüğü ikinci grupsa medyanın köşe yazarlarıdır. Nedir, ne değildir sorularını bile irdelemeden Başbakan'ı alkışlayan, onu yeni sıfatlarla göklere çıkartanları bir yana bırakıyorum. Fakat kendilerini "Merkez Medya" diye adlandıran gazetelerine, televizyonlarına baktığımızda, gece rüyasında "Kara Goncolos" görmüş gibi panik atak geçiren, sonra da ABD ne der, AB artık bizi kabul etmez doğrultusunda felaket telalığına soyunan bir yorum bombardımanıyla karşılaştık. Ciddi bir analize rastlamadık. Irak tezkeresi TBMM'de reddedildiğinde de aynı kişiler benzer feryadı yükseltmişlerdi.

'Davos Fırtınası'nın tek faydası sanırım bu gerçeklerle yeniden yüzleşme fırsatını yaratmış olmasıdır. Bundan sonra ne olur, zamanla göreceğiz. Davos eylemi güzel bir nokta atıştı. Bu atışın etkisi WSJ'nin "Küstah" nitelemesiyle belgelenmiştir. Ne yazık ki o düzeyde kalacağa benziyor. Bugünün merkez partilerinin görünümü, o nokta atışın etkisini bile etkisini azaltacak, sıfırlayacak yapıda. Böylesine nokta atışlar ancak sosyalist bir parti ile başarıya ulaşır, tamamlanır. Bugün Güney Amerika'da olduğu gibi.