Altına Hücum

Yıllar, yıllar önce Chaplin'in "Altına Hücum" filmini seyrederken, Şarlo'nun özellikle belirlediği altına sahip olma ihtırasının tarih süreci içersindeki macerasını pek bilmiyordum. Bildiğim Amerikalı maceraperest "pionier"lerin küçük bir söylentinin bile arkasından koşarak "altın" aramaya giriştikleri bu uğurda birbirlerini acımasızca öldürdükleriydi.

İnsanlar altını keşfettikten sonra bıkmadan onun peşinde koşmuşlar, onun uğruna cinayetler işlemiş, ülkeleri, kıtaları yağmalamış, nice katliamlara göz kırpmadan girişmişlerdir. Latin Amerika'nın "can damarları" böyle talan edilmiştir. Örnekler sayılmayacak kadar çoktur. Altını laboratuar düzleminde elde etmek için Isaac Newton gibi bilim adamları bile simyacılığın gizemli yollarını denemişlerdir.

Günümüzde ise "kar" altının yerini almıştır. "Kar"ı, "Rant"ı alabildiğine büyütmek için ilginç bir sürek avının gelişimini görüyoruz. Modern simyacılık diye betimlediğimiz paradan para üretme yollarıda gelişip yaygınlaştıkça, bu sürek avı vahşi bir insan avına dönüşmüştür.

Bir yandan Pekin olimpiyatları, diğer yandan son on günün olayları Şarlo'nun "Altına Hücum" filmini bir kez daha düşündürdü bana. Dünyamız bir avuç doymak bilmez muhterisin yarattığı cangıla dönüştü. Ama, haksızlık etmeyelim, ne Amazon ormanları, ne de Bengal ormanları, böylesine vahset dolu bir cangıla örnek olamaz.

Olimpiyatlarda artık "spor" yarışmaların ruhunu simgelemiyor. Bilinen doping ilaç ve yöntemlerinin çok ötesine geçilmiş durumda. Çin'li ve ABD'li sporcular bu konuda inanılmaz bir yolu katetmişler. Bu çok açık görülüyor. Hiçbir (dopingle ilgili) ön denetimi kabul etmeyen ABD'li basketbolcuların Makao'daki hazırlık maçında bizimkilerin yanında birer dev gibi kaldıkları gözle görülüyordu. Cenk Akyol, Semih Erden ve diğer millilerimiz cılız ve çapsızdı. Aradaki fark kuşkusuzki laboratuar farkıydı. Çin'li halterciler gene bu laboratuar farkının bir başka örneğiydi. Ya boyları 1,37 - 1.51 arasında değişen Çin'li kız cimnastikçilerini nasıl tanımlayabilirsiniz. Çocuktular ve olimpiyat şampiyonuydular, ABD'li yüzücü Phelps ise "Nasa" ürünü mayosuyla hem rekorlarla, hemde dünya ile alay ediyordu. Olimpiyat artık bir yarışma alanı değil, bir üstünlük, egemenlik gösterisine dönüşmüştü. Bu egemenlik gösterisi için 13 - 15 yaşındaki çocuklar, genç atletler bir anlamda klonlanmış ve de devşirilmişlerdi. Bir altın madalya için gelecekteki sağlıkları riske edilmişti. Bir nevi zor ölüme mahkum edilmişlerdi. Tüm bunlara karşın 2008 Pekin Olimpiyatı "altın"a hücumun belkide en masum gösteri alanıydı. Oysa ülkemizde son on gün içinde peşpeşe gelen olaylar zinciri bu koşunun katliam ve soygun cephesini gözler önüne sermekteydi.

Konya'nın Taşkent ilçesinin Toroslar'a yaslanmış bir beldesinde, Süleymancılar Tarikatının yatılı bir kız kuran kursu binası çöktü. Onsekiz kız çocuğu öldü. Aileleri şikayet bile etmedi. Bir veli "benim kızım diskoya gitmiyordu, kuran öğreniyordu" diye övündü. Öte yandan, tarikat yetkilileri çocukların cesetleri enkaz altındayken, Konya'daki yetkili mercilere acele başvurup "İngilizce kursu" açma izni almışlardı. Minareye kılıf hazırlamak için, tarikatın gözü kara egemenlik yarışının acımasız görünümüydü bu.

Tuzla'da, tersanede yüzü çoktan aşan ölümlere eklenen yeni üç kurban, laboratuarda ki kobayları andıran işçilerin, tahlisiye sandalının denize fırlatılmasında denek olarak kullanılması. Üç ölüm ve sayısı ona yaklaşan yaralı. Kar hırsıyla gözü dönmüş taşeronların yaptığı katliam. Altına hücumun bir başka cinayeti, maliyeti düşürmek için firma içi işbölümünün taşeronlaştırılmasının kaçınılmaz sonucu, firma yabancı firmanın taşeronu, işçiler bir başka yerli taşeronun emekçileri. Siz bakmayın Sosyal Güvenlik ve Çalışma Bakanının afrasına, tafrasına. Tersaneler bir giyotin gibi cellatlık görevlerini yapmaya devam edeceklerdir.

Önce tekstilde fason üretimin yollarını zorlayarak emek maliyetini düşüren sermaye, otomotivde firma dışı işbölümünü örgütleyerek küçük imalathaneleri devreye soktular. Aynı yöntemi "Gemi Yapımında" uygulamayacakları için taşeronları firma içi işbölümünün bir parçası haline getirdiler. Esnek üretim ve taşeron zinciri emek üzerindeki sömürüyü arttırdığı, kayıt dışı çalışmayı genelleştirdiği gibi, karı da katlamaktadır. Bu gerçekler ve cinayet benzeri işçi ölümleri ortada dururken, lafı bol işçi bezirganı, sözde sendikacı, Bayram Meral, son ölümleri "iş kazası, bunlara cinayet diyemezsiniz" mealinde niteledi. Bu ayıbı, onu iki seçimdir milletvekili seçtiren CHP nasıl sindirir bilemem.

Bu katliamları andırır ölümleri "kader" diye karşılayıp, boyunlar bükülürken, gazetelerin bir köşesine sıkışmış iki haber dikkatlerden kaçırılıyordu. Bunlardan birincisi şöyleydi: "Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk bedava sağlık hizmeti vermekten yargılanacak. Danıştay I. Dairesi kararında yer alan ifade aynen şöyle: Bakanlar kurulu kararıyla belirtilen istisnalar dışında ve ticari kurallara aykırı olarak ücretsiz ya da indirimli hizmet sunmak suretiyle. 4736 sayılı yasanın birinci maddesine aykırı davranıldığı ve belediyenin gelir kaybına uğratıldığı..." Tuzla vb. gibi olaylardan daha vahim bir karar. "Sosyal Devlet" kavramına ters olduğu kadar "İnsan olma" onurunada aykırı. Ne varki "altına hücum"un temel yaklaşımına uyumlu. Bu koşullarda sağlık konusunun ticari kurallara uygun işleyeceği açık. Bu bağlamda Ankara'daki ünlü kadın - doğum hastahesinde yığınsal çocuk ölümlerini anımsamakda yarar var. Diğer yandan İngiltere ulusal sağlık birimi tedavi maliyeti yüksek olan hastaların ölüme terkedilebileceğine yönelik önerisi küresel sermaye düzeninin geldiği noktayı ortaya koyuyor. Sağlık ve tedavi konusu, bir maliyet sorunu haline gelmiştir. Tuzla'daki kazanın da bir maliyet meselesi olduğu unutulmamalıdır.

Altın'a hücum inanılmaz bir ivme ile hızlanarak devam ediyor. Yenilerde okuma fırsatını bulduğum gazeteci ve akadamisyen Maureen Freely'nin "Aydınlanma" adlı (Metis yayınları) kitabının son sözünde değindiği gibi: "Sahtekarlarla dolu bir ülkede, özgürce dolaşan, gayrimeşru yollardan edindikleri servetlerini her geçen gün daha büyük bir kibirle sergileyen sahtekarlar... Düşmanlarımız gözümüzün içine baka baka güçlenip zenginleşiyorlar... Bu insanlar bir türlü gitmek bilmiyorlar" Çiçero'nun ünlü sözü gibi "Cui Bono ( kimin yararına)"

Not: Değindiğim kitabın yazarı Maureen Freely, uzun yıllar (1960-71), babasının görevi nedeniyle Türkiye'de bulunmuş, orta öğrenimini hemen hemen Robert Kolej'de tamamlamış, sonrada ülkemizle ilişkisini kesmemiştir. "Aydınlanma" Türkiye'nin 1970'den günümüze kadar geçirdiği siyasal serüvenini gizemli bir örgü içinde anlatıyor. Düşündürüyor, kışkırtıyor. Dönemine açık ya da dolaylı tanıklık eden romanlardan biri.