Türbanlı Domuz ve Abdülcanbaz

Böyle tuhaf huylarım vardır benim. Tepeden tırnağa nefret ettiğim herhangi bir şeyin içine, bir biçimde bu nefretin kapsamına sokmak istemediğim bir öğe karışırsa, onu yok saymak için yöntemler geliştiririm. Anlatmak uzun ve zor bunu şimdi, ama örneğin, Taraf gazetesinde Tan Oral çizgisine bakmamak için çok uğraşmıştım. Bunu becermem mümkün olamadı. Siyasi çizgisiyle, öteden beri, örtüşmediğimiz çok nokta olduysa da, kaleminin çizgisiyle, neredeyse benzer ekolden bir Ali Ulvi kadar, sıcak bir ilişki yaşadım. Haliyle, nerede ve ne çizerse, baktım. Bütün melaneti bir yana, o gazetede içimi cız ettiren, acıtan tek şey oldu Tan Oral. Hayır, neden orada çizdiğinin, o ellerinin maharetini, geçmişindeki bütün değerlerin amansız düşmanlarına sunmuş olmasının ötesindeydi mesele. Artık o doğrultuya uygun üretimindeydi...

Çok incelmemiş bir hat çektiğimiz zaman, bizim tarafta kalmasından keyif aldığım bir ustaydı Tan Oral. Kaybettik. Ya da, kendi adıma söyleyeyim, ben kaybettim. Üzüldüm.

Üzüldüm, Turhan Selçuk’u kaybetmemize. Muhtemel ki, benim yontulmamışlığımdandır, en küçük tarama parçasında bile büyüklere has bir hünerin varlığını teslim etsem de, tarzından pek tat alamayışım. Dolayısıyla, takipçisi olmayışım. Oysa, Tan Oral’ın kaleminin çizgisiyle olduğundan çok, Turhan Selçuk’un hayata bakış çizgisiyle temas noktamız vardı.

Tan Oral, Cumhuriyet gazetesindeki çizerliğinden, Yeni Şafak gazetesine verdiği bir röportajdan sonra uzaklaştırıldı. Mesele her ne kadar Cumhuriyet gazetesi için çizilmiş karikatürün Yeni Şafak’çılar tarafından kendileri için çizilmiş olduğu yalanıyla bağlantılı gibi gösterilse ve bilumum liberaller, ilaveten solcular, “gazetenin 30 yıllık emekçisi”ne yapılan ayıptan, “Kemalist bürokratik kafa”nın kadir bilmezliğinden dem vursa da, söz konusu röportajda söylenenlerdi sebep. Kafası o konuda hep karışık olan ve birbiriyle çelişen yığınla karikatüre sahip Tan Oral, açık bir tavır koymuştu ortaya türban görünümlü saflaşmada. Sonraki süreç de gösterdi ki, Cumhuriyet, onu yerine göndermişti, hepsi bu. Tan Oral, bulunduğu kabın şeklini almakta zorlanır olmaktan kurtuldu, şeklinin kabını bulma huzuruna erdi ve rahatladı diyebilirim, son dönem çizdiklerinde ne söylediğine bakarak.

Turhan Selçuk, hangi dönem, hangi gazetede çizmiş sorusuna muhatap edilemeyecek bir tutarlılıkla ayırıyor kendini öncelikle. Gericilerin, liberallerin Tan Oral için “değişen koşulları kavrayış”, soyut ve nalıncı keseri yontusu “mağdurun yanında”lık övgüsünden bu yüzden nasiplenemiyor. Vakit gazetesi, “Turhan Selçuk da öldü” başlığıyla veriyor haberini. Çok ince gönderme değil mi! O “da” ekindeki çalıma dikkat edin. “Her canlı ölümü tadacak”la “inanmayan”a ihtara bakın... Sonrası, daha iç bulandırıcı. “İlhan Selçuk'un kardeşi olan Turhan Selçuk, İslam'a ve Müslümanlara hakaret eden çizgileri ile de biliniyordu.” Belli ki, biyografik bir bilgi değil spota çıkardıkları İlhan Selçuk’un kardeşi oluşu, Ergenekon’a göz kırpış. Vakit, Ahmet Kekeç’ten daha iyi biliyor vecibelerini. Kekeç, “ölünün arkasından kötü konuşmamak gerektiği”ni söyleyip, “ışıklar içinde yatsın” demiş gene de çünkü, bir zamanlar “Türbanlı Domuz” karikatürü nedeniyle ilendiği adama, ölümünün ardından da o konuya dönmekten kendini alamasa da. Vakit, biliyor doğrusunu, “kutsal metin”deki asıl ifade olan “ölülerinizi hayırla yad ediniz”deki iyelik ekinin önemini. Sevincini gizlemiyor “kendisinden olmayan”ın ölümünden. Ve Erdoğan’a kızıyor, neden başsağlığı mesajı verdi diye. Unuttun mu diyor, aleyhte çizdiği karikatürleri! Açık konuşalım, burada Vakit’in tavrıdır olması gereken. Bu, birinin varlığı, diğerinin yok olmasını gerektiren evrensel çelişmenin tezahürüdür, gerisi, “pür demokratlık” safsatasının belkemiksizliğidir.

Vakit, o karikatürlerden örnek de vermiş. AKP tırtılı, ulusal gelir yaprağını kemirirken resmedilmiş birinde. Tırtılın boğumları, takkeli, çember sakallı. Diğerinde, göğsünde “huzursuzluk” yazılı Erdoğan kurulmuş, “huzur” yazılı iktidar koltuğuna...

Bir diğeri, Tan Oral ile Turhan Selçuk bakışlarındaki farkı netleştiriyor. Türbanı yasaklayan ağzı salyalılardan, türbanlıların okumasından rahatsız olan faşizmden, Osmanlı’nın laikliğinden söz ediyordu Oral, Taraf’a giden yolculuğunu başlatan röportajında. Turhan Selçuk ise, bütün bir olguyu, tek karede çizivermiş: Önde, beyaz türbanı ve pardösüsüyle, elinde “Türbanlı Eğitim” döviziyle yürüyen, arkasından gelen kara çarşaflıya, “Acele etme kız! Ben kapıyı açayım, sıra sana gelecek...” diyor.

Ölümünün ardından, gericisi, liberali, internette dolaşıma soktular “Türbanlı Domuz” karikatürünü. AB yön tabelası önünde, başında türbanla duran bir domuz. Hakkında davalar açılan, katline ferman çıkartılan karikatür. Evet, dolaşıma soktular internette! Yalan yok, bu tavırları doğrudur... Sinamekilerin sahte reveranslarına karnı toktur ileriyle geri arasındaki kavganın. Yok etmecesinedir! Ölümünedir!

Şimdi Turhan Selçuk öldü. Tan Oral’ı daha önce kaybettik. Burada çıkıp geliyor işte ucu kalkık sivri bıyıkları bilmem kaç santimlik Abdülcanbaz...

Bir Superman macerası hatırlarım, ta çocukluğumdan. Şehirde kötülük kol gezerken, bir köşeye büzüşmüş iki afacan, pelerinli bir adamın uçarak gelip iyileri koruduğunu, kötüleri yendiğini görürler. Sonra, çizgi romanın ruhuna aykırı olarak, aralarında, bunun doğru olmadığını konuşurlar, fonda yine kötülük hüküm sürerken. Uçan adamı biz uydurduk, gücümüz yetmediği için, bir kahramana ihtiyaçtan hayal ettik, aslında yok öyle biri derler...

Abdülcanbaz da yoktur, haber vereyim. Aziz Nesin’in isim babalığında, sonra Rıfat Ilgaz’ın senaryolarında, bir uyanık turist rehberi olarak doğmuş, ama içine sinmeyen, kültür emperyalizmine karşı Amerikalı turistleri kazıklamasıyla yetinmek istemediği bu karakteri, baştan yaratmıştı Turhan Selçuk. Öyle saygılıydı ki okuruna, bir çırpıda bambaşka bir kişilikle çıkarmamıştı da karşılarına Abdülcanbaz’ı, 1950’lerin sonlarındaki önemli sorunlardan kiralık ev bulma derdinden onu da mustarip etmiş, ev aramaktan yorulunca girdiği bir köpek kulübesinde uykuya daldırmış, ve kahramanı, o rüyada kendisini ve dönemini bambaşka görmüştü. Maceraları boyunca, bu rüyadan uyanmamıştı Abdülcanbaz. Oradaki karakteri “dürüst tabiatlı İstanbul beyefendisi”ydi, Turhan Selçuk’un içine sinecek biçimde. Ve ne de olsa rüyaydı, zamanın mekânın bütün sınırlarından kurtulabiliyordu...

Abdülcanbaz’ın düşlerini aktarıyordu Turhan Selçuk. Gözlüklü Sami’lerin dünyasında, iyilerin kazandığı maceraların düşlerini. Bütün soyguncular, iktidar sahipleri, din bezirgânları, yozluk simsarları, mandacılar, bu Osmanlı’nın son dönemi atmosferinde, sadece eleştiriye tabi tutulmuyor, birer de sille aşkedilerek tepeleniyordu.

Bütün karakterlerini, gerçek hayattan çıkarmıştı elbet Turhan Selçuk. Bütün katmanların temsilcilerini çizmiş, tiplemelerle aktarmıştı. Ama, bunların karşısında, ileri olanın değerlerini savunacak, emperyalistleri, gericileri alt edecek bir figür de olmalıydı. Bu boşluğu, hayal gücüyle doldurdu. Bir gün cisimleşmesini bekleyerek...

Dedik ya, şimdi Turhan Selçuk öldü. Ama, bir Abdülcanbaz bıraktı arkasında. Düşler, özlemler, kahramanlar kalıyor işte. Üstelik, doğduğu günden çok daha fazla cisimleşmeye yaklaşarak. Sillesini indirecek kolunu gererek. Çizerinin varlığından nefretleri, ölümünden sevinçleri, kahramanına karşı çaresizlikleriyle zedeli olanların uluması bundandır... Kin kustular, doğaldır, bu böyle bir kavganın icabıdır. “Demokrasi, hoşgörü..” Hayır, bu ölümüne kalımınadır!

Abdülcanbaz’ı, sarsılmayan değerlerin karikatürlerini tutuşturdu elime, gitti Turhan Selçuk. Tarzından tat almazdım...

Tan Oral çekti gitti. Çizimini severdim...