Reklam Konseyi'nin itiraf kampanyası

Simit, gül, sakız, oyuncak satıyor ekonomist “ağır top”lar. Reklamcılar Konseyi, şu ya da bu firmanın şu ya da bu ürününü pazarlamanın ötesinde, kapitalizmin çarkını bir bütün olarak yağlıyor ekranlarda, gazetelerde, afişlerde. “Alın verin!”

İlk bakışta, “alalım da, nasıl verelim” sorusunun önünü kesmeye yönelik bir seçim gibi geliyor, tezgâha koydukları. Altı üstü bir sakız, bir simit. Bu reklamların yayınlandığı kuşaklarda, otomobiller, plazmalar, lüks konutlar da sunuluyor ilgilisine elbet. O zaman düşünüyorsunuz, bunlar ekonomiye yeterince can vermiyor mu da, “küçük tüketici”leri çağıran bir kampanyayla karşı karşıya kalıyoruz diye.

Sokak satıcısının elindeki gülün, bankaların cazip tüketici kredileriyle alınabilir şeyleri sembolize eden bir ufak örnekleme olmasıyla sınırlı değil durum. Galericiyle otomobil yenileyici arasındaki alışveriş, otomobil fabrikasında çalışanlar dahil, “piyasa cirosu”nun “total refah”a zerrece katkısı olmaksızın, toplumda ekonomik makasın giderek açıldığına delilden başka anlam taşımıyorsa da, işin bu cephesinde, fazla bir problem yaşanmıyor. Mesele, bir memurun çocuğuna oyuncak alamaz, bir simitçinin tablasını boşaltamaz oluşunda. Bu noktadakilerin oranının büyüklüğüdür, “ekonomiyi canlandıralım” yaygarasına yol açan. Ama aynı zamanda, yeniden canlandırılmasını dayatacak şekilde ölüm döşeğine de seren.

Bir zincir kuruluyor Reklam Konseyi’nin iletisinde, ben bir sakız alıyorum, sakızcı ekmek, fırıncı un, uncu buğday vesaire. Ekonominin dişlileri böyle tanımlanınca, çiftçinin ürününü ambarda küflendiren, bakkaldan sakız almayan çocuktur izlenimi doğuyor. Konsey, şöyle der gibi: “Hadi aranızda çevirin çarkı, kurtarın birbirinizi.” Sistemin güzide kurumu, nasıl olmuş da böylesine naif bir sürçme yaşamış, hayret. Tüketimin tabana yayılmadığı durumlarda sistemin tıkanacağını kabullenmişliğinin, o tabanın içinde bulunduğu durumun sorumlusunu sorgulatmayacağını ve okların yine o kurtarılması için çırpındıkları sistemi işaret etmeyeceğini nasıl ummuşlar? “Tavuk-yumurta” açmazına yanıt buldukları dolmasını yutturacaklarına nasıl inanmışlar?

Hem, Deniz Gökçe’nin bakkaliyesinden sakız almakla da bitmiyor iş. Biraz Aziz Nesin’in “Bende Görsün”cü tiplemesiyle anlattığı gibi, her şey bir naylon çorapla başlıyor. Sonra o çorabın üstüne uygun bir etek, onunla uyumlu bir ayakkabı derken, ocak batıyor. Ekonomi bir an soluk alıyor, suni teneffüs yapanın ciğeri boşalıyor. Boş ciğerle, soluksuza deva olunamıyor.

Fizik kuralıdır, bir devinim için bir ilk itki gerekir. Çocuğa alınacak oyuncak, geniş kesimlerin “lüks tüketim” kalemindeyse, Yaman Törüner çok bekler Nâzım’ın “ne halt edek, dostların karnı açtı, kıydık menekşe parasına” dediği noktadaysa insanlar, Meliha Okur eteğini beline toplar oturur, çünkü bir çark çoktan kırılmış demektir.

İç talebi artırmaya uğraşıyormuş Konsey. Bir süre sonra, son günlerin gözde cümlesini duyabiliriz Erdoğan’dan. “Başbakanım, valla millette sakız talep edecek hal yok –Yapma yav!”

İşçisi, memuru, tüm bordrolusu, çiftçisi, hayvancısı, esnafı, küçük üreticisiyle, açlık sınırında dolaşan halka, bu durumun sorumlusu olarak yine kendilerini göstermek aymazlığı, 70’lerin bir parçasındaki “açlıktan verem olduysan, bal ye geçer” öğüdüne benzer dalga geçerlik halidir kampanyanın özü. İş bu noktaya varmıştır, dişliler atmaya başlamıştır. “Alın verin” uçuk sloganı, bunun itirafıdır. Ekonomik krizin teğet geçmeyip böğür deldiğinin. Refah düzeyi günbegün artan bir avuçluk kesimin, milyonları sakız alamayan bir ülkenin sırtındaki kambur olduğu, bu şirin sokak satıcılarının yaldızını kazıyınca, yani yalnızca bir reklam kuşağına bakınca ayan beyandır.

Bazen böyledir, kurulu düzen adına ortaya sürülen bir slogan, teorik analizleri gereksiz kılar. Bu kampanyanın olabildiğince çok insana ulaşmasıdır beklentim. Sarsıcıdır, düşündürücüdür, açık edicidir. Reklamcılar, kendi ayaklarına kurşun sıktılar.

Bir emekçi hayal edin, bu reklamı izleyen. Sorsun, “niye bir simitçik alıp ekonomiye can vermiyorum” diye. O “niye”yi sorguladığı an, bir yalan biter, “kuru ve kemikli bir el” gibi zuhur eder hakikat.

* * *
Bence tevatürdür, aslı yoktur Roni’nin yeşile boyandığının. Azrail’i atlatan Kayserili fıkrasını bilirsiniz. Yapamayacağı bir şey bulursa, almayacaktır canını da, bizimki, affedersiniz, yellenip, “boya bunu yeşile“ der ve kendini kurtarır hani. Yok, pek mümkün değildir.