Nafile bir midye dolması

Benim Hüseyin’i midye dolması satarken görüşüm, ne ilgilendirir okuru? Seyyar satıcılardan birini sosyo-ekonomik veri girdisine basamak olarak anlamlandırmayacaksam. Bir siyasal analiz açılımı da sağlamayacaksa, bir girizgâh olarak kullanılamayacaksa. Kültürel bir çıktısı bile yoksa, hiç değilse mutfak sanatına göndermeler içermeyecekse. Daha olmadı, zabıtalar kovalamayacaksa, bir yaşam mücadelesini somutlayıcı “sosyal içerik” katamayacaksam. Altı üstü, bir garip Hüseyin’i midye dolması satarken görmüşsem, olay bundan ibaretse, Hüseyin bir konuya açılmanın malzemesi değilse, niye yazılsın, niye okunsun?

Onun yerine, mekanizmalardan bahsetsem. Bir aygıttan. Bir aygıtın, kendisini devindiren bağlaşık unsurlarının toplamından fazla bir şey olduğu gerçeğinden. Her bir parçasının, kendi başına üstlendiği işlevin, aygıtı çalıştırmaya hasredilmiş olmasından. Her mekanik parçanın aşınacağından, onarılacağından, değiştirileceğinden, ama mekanizmanın işleyişinde sürekliliğin sağlanacağından.

Alsam bunu, taşısam sosyal mekanizmalara. Mekaniğin yerine biyolojiyi, fizyolojiyi, psikolojiyi filan koysam. Bir iş görmenin aygıtını, bir hedef gözetmenin örgütüne çevirsem. Parçacıklar insanlara, dişliler ilişkilere dönse. Bir sistematik benzeşimini, devinimi sağlayan unsurların farklılaşmasıyla kırsam… Çarpıcılığı yok, ilgi çekmez, bir derde merhem olmaz, bir soruyu yanıtlamaz, “domino etkisi” yaratacak bir soru üretmez…

Okura ne ki Hüseyin’den, ne yazsam, ne yazsam… Ben onu tanıdığımda, bir dişli, civata, somun, vida, piston kolu öykünmesi kuşatırdı benlikleri, muharrik mile ender rastlanırdı, o yüzden diyorum, ne yazsam, ne yazsam…

Çok takıldıysa aklıma, uydursam ya birşeyler. Bir efkâr basmış olsa mesela, bir 35’lik kapsam da, yol üstünde yanına midye dolması çekse canım küçücük bir sokak tezgâhını görünce, “versene şuradan…” dediğimde göz göze gelsem, “aaa!” çeksek bir an durakladıktan sonra, çöksem kaldırımın taşına, konuşsak, iki çay bardağı bulup demlenirken anlatsak yolculuklarımızı… Belki edebiyatseverin gönlüne hitap edecek şeyler de katardık, köşe ziyanı olmazdı. Ama yaşanmadı böyle bir an, mesnetsiz bir kurgu olurdu… Ben Hüseyin’i gördüm midye dolması satarken bir sokak tezgâhında, o beni görmedi. Gitmedim, gidemedim yanına, bir öykü oluşmadı…

Bir kısacık zaman diliminde, uzun yıllara bakmasam, o müşterisine elindeki yağı silmesi için peçete uzatıp, midye kabuklarını poşete atarken. Poşeti, biraz ötedeki çöp kutusuna atmak için yürümese, o kısacık zamanın içinde kalan bir az sonrada, yürürken bariz aksamasa bir ayağı. Benzetiyor muyum tereddütü, aslında umudu, o aksamayla son bulmasa, başımı eğip uzaklaşmasam, ısırmasam dudağımı, rüzgârdan, soğuktan yaşarmasa gözüm. Salim kafa düşünsem ne yazacağımı. Şu 15’inci maddeyi kursam kafamda, 12 Eylül’cülerin yargılanması mümkün mü desem, politik gündeme kelamlar üretsem… Aksamasa ayağı da, 12 Eylül deyince midye dolması tezgâhına dönmesem…

Aygıtlar ve parçacıkları üzerine aforizmalar geliştirsem. Kartal İşçi Derneği’nde bir tartışmaya katılmasam bunun için, orada bizim bir arkadaş “koymasa” bizim tezleri, ağzı açık dinlemesem olanca toyluğumla, bu herkesi susturan, sık sık elini bir garip şekle büründürerek alnındaki teri silen konuşmacıyı. Yükseldikçe, alçaldıkça sesi, ikna etmese, güven salmasa içime. Özel ilgisine mazhar olmasam, kıvanmasam, anlatmasa, dinlemesem, anlatmasam, dinlemese, gülümsemese. Ah, böyle böyle geçse zaman… Kırılmasak, dağılmasak… “Adı dışarıda bayraklaşırken, o içeride ihtiyarlamasa” ah… Sakat, zaten olmayan şeylerini yitirmiş, yapayalnız bir sürgün düşmese yollara, ben aforizmalar kursam…

Boşverin böyle duygusal zırtapozlukları, kime ne faydası var… Günümüzün hangi sorusuna yanıt verir, ne siyaset üretir ki… Bir dişliden söz edelim. Düzenek bir yerde aksasa, hesapta olmayan bir devirdaim teklemesinde, üzerine fazla yük binse, dert eder mi bir dişli aygıtın bütününü, düşüncesi, duygusu var mıdır ki, trak diye kırılıvermesin. Mekanik böyle bir şeydir. Filistin askısında, manyetonun ucunda gözetmek birşeyleri, insana mahsustur sadece. Dişliler feda etmez kendini… Bu, bir metalle kıyaslandığında zavallılığı açık insanın olağanüstülüğüdür sadece.

Bir aygıt, evet, kendisini oluşturan parçaların toplamından daha fazla bir şeyin vücuda gelmesidir. Her parça, bu işleyişe adanmıştır. Tutsak, bunu kollektife evirsek, o direncin, bir mekanizmayı değil, insanları gözeten bilinç faktörüne dönüştüğünü görürüz. Aynı işi yapmak üzere toplandıklarına göre, arkadaşları, yoldaşları korumanın eşiti olarak, bir davayı, yani devindiren dinamiği aksatmama gücünün kaynağı yalnızca insanda bulunur.

Böyle böyle büyük laflar etsem, çağrışımlar, benzetmeler, hmm “allegori”lerle çatsam yazıyı, beğenilse… Ben neyi nasıl söylersem daha şık olur diye düşünürken, o da kalan midyelerini toplasa, kapatsa tezgâhını ufak ufak…

Sakat bir sürgün dönüp gelmese, düşmese o yumruklar kaldırttığı caddelere, okuluna dönemese, iş bulamasa, çalacak tek tük kapısı kalmasa, oralardan geri çevrilmese, o değiştirmenin binbir yolunu kurguladığı hayata diz çökmüş bulmasa kendini, bir akşam rastlamasam… ve düşünsem, ne yazsam, ne yazsam…

Dişlisi kırılmış bir aygıt, onarılır, parçası yenilenir. Aygıtı parçalanmış bir dişli ne yapar? Monte edildiğinde işlev kazanacağı, devinime katılacağı bir aygıt arar. “Arar”, bir bilinçli edim ifadesidir, mekanik dışıdır, beraberinde duygu yükü taşır. Çatlağı, kırığı, dıştan görülmez o zaman. Küskünlüğü akıldan geçer mi bir vidanın, ekmek derdinde yitip gider mi bir civata? İnsan biraz da netameli bir malzemedir, elverişli aygıtı bulamadığında…

Midye dolması satıcılığı, pek âlâ herhangi bir meslek gibi, geçim yolundan ibaret olaydı da, ne olmuş yani bu işi yaparken gördüysen denilebilseydi. Sormasaydım eşe dosta, eşine dostuna da öyle olsaydı gerçekten. Kendisine sahip çıkıldığını öğrenmeseydim keşke. Almamış olsaydı ona, şimdi hali vakti yerinde arkadaşları o tezgâhı, mağazlarının vitrinini kapatmamak kaydıyla sokaklarında bir kenara açmasına izin vermemiş olsalardı, itin kopuğun haracını çıkıştıramayınca kendisine “koltuk çıktıkları”nı söylemeselerdi ve Hüseyin bütün bunlar için onlara boynunu kırıp teşekkür etmeseydi… Akşamları ne yaptığını, nerede yattığını “galiba”sız bir bilen çıksaydı içlerinden, siyaseten durumundan, etkinliklerine katıldıkları sivil toplum kuruluşlarında olmadığı bilgisinden öte bir haberleri olsaydı… Ah, onların bugününde, onun dünkü kollamalarının payı hatıralardan silinmeseydi, vefa, kadir, kıymet dünle beraber gitmeseydi…

Siyasetten uzak düşmüş bir Hüseyin üstelik bu midye dolması satıcısı, niye yazılsın, niye okunsun… Tamam, yarı sakattı içeriden çıktığında ama, sağlam bassaydı dediler. Bütün onları yaşayan bir yığın insan var dediler, hâlâ mücadelesini sürdüren. O sıradan olmayı seçti, vazgeçti, yıkıldı dediler, kafelerinde çay ikram edenler. O ki, aygıtın dışında bir dişli olmayı seçti, elden ne gelir…

Onca tezgâhın, betonun, demirin, gurbetin yıkamadığı Hüseyin, hayat gailesi yüzünden yıkıldı ha? O aygıta canını adamışken, cayıverdi, dışarıda kalıverdi ha? Parçacıklara halel gelmesin diye sıktığı dişlerinin arasına onların sıkıştırdığı üç kuruşla ödeşildi, daha ne, ha? Herkes ayağının üzerinde yeniden doğrulmayı bildi de, onlara Nikitin’i öğreten bunu beceremedi, ha? Yuh ulan sana Hüseyin, ha?

Çürük bir rondela çat diye atar gider, yalama eder yenilenmezse. Soğuk şeydir mekanik. Bunu tutsam, sosyal alana tahvil etsem. Mekaniğin yerine biyolojiyi, fizyolojiyi, psikolojiyi filan koysam. Bir iş görmenin aygıtını, bir hedef gözetmenin örgütüne çevirsem. Parçacıklar insanlara, dişliler ilişkilere dönse. Bir sistematik benzeşimini, devinimi sağlayan unsurların farklılaşmasıyla kırsam… Netameli bir malzemeden, insandan bahsetsem… Aynı tornadan çıkmış, aynı malzemeyle dökülmüş aksamlara bakar gibi bakılamasa onlara…

Kime ne kuzum Hüseyin’den, ben şöyle parlak bir yazı döktürsem. Maharet göstersem, yedirsem edebiyatı siyasete, okuyana bir faydası olsa… Boşversem, koynumda sakladığım dergilerdeki imzasız yazılarından beslendiğim bir “vazgeçmiş”in, midye kabuklarını çöpe atmaya aksayarak gidişine… Unutsam yanına gidemeyişimi, ısırsam dudağımı, bir rüzgâr, bir soğuk buğulandırsa gözümü, homurdansam dursam, aygıt-kolektif, vida-insan, çark-ilişki, metal-duygu, soğuk-sıcak, işlev-vefa, türlü tevrü şey mırıldansam, kaç yazar…