Bir “Heyula”nın Ardından

Orada yağmur altında dikilmiş, boş tabutuna bakarken iyice kavradım, sen önümüzden alkışlanarak geçerken anladığım şeyi. Gören olduysa ne düşündü bilmem, ama gülümsedim sana hınzırca. “Ben kazandım Işık Hanım, n’aaber!” dedim içimden, “Gespenst, heyula işte!”

12 Eylül’ü çıplak zordan ibaret bir dönem olarak görmekten bir adım ileriye gidemeyenlerin “hesaplaşma”dan anladıkları şey, bütün tezahürlerini kabullenmekten başka bir noktaya varamıyor.

“Ein Gespenst geht um in Europa – das Gespenst des Kommunismus.” Hayalet midir, heyula mı? Bir kelime üzerine karşılıklı bu kadar argüman yığılan bir tartışma olmayacaktı, sen çevirirken beni işe katmasaydın. O zaman akıl edememiştim, tek bir virgülün nerede olması gerektiğine varıncaya kadar titizlenen çalışmanın, o kelimenin “heyula” olması gerektiği kanaatimi doğruladığını söylemeyi.

İdamlar, kayıplar, işkenceler, cezaevleri, sürgünler… Bunlar, hiçbir tarih diliminde, hiçbir coğrafyada, uygulayanın amacı olarak tanımlanamaz. “Saf kötülük”, masalların indirgemeciliğidir. “Zalim hükümdar”, sosyolojik bir kategori değildir, karşılığı yoktur. Hepsi, bir başka kuşatıcı amacın araçlarıdır, iktidar oluşun ön açıcı yöntemleridir. İktidarlar sınıfsaldır.

“Hayalet”, sözlükler ne derse desin, maddeler dünyasında varlığı sona erdikten sonra, o cismaniliğini yitirmiş olarak geri gelişi imlediğinden, Manifesto’nun yazıldığı yıllarda, cismen var olmamış bir şeyden bahsedildiğine göre, sözcüğün diğer anlamı daha uygundu. Hem, doğrudan insanla bağı kurulan bir şeydense, kavramsal olan, şekli tanımlanamayan bir şey, doğurduğu korkuyu daha iyi ifade ederdi. “Evet, ilk çevirilerde de öyle yapmışlar”dı ama… İşte böyle tartıştık durduk. Oysa…

12 Eylül’ün sınıfsal karakterini, solu ezmekten, işçiyi baskılamaktan, 24 Ocak kararlarının ucuna takılmış süngü itibariyle sermayenin hizmetkârlığından, “our boys” açıklığından bahisle tanımlamak da, tabloyu net olarak görmek anlamı taşımıyor.

Oysa, mesele şuydu Işık, sen yaşarken korku uyandırıyordun, o yüzden, ölümün de bunu değiştiremez. “Bütün devletler”in “kutsal bir ittifak”la saldırdığı bir heyula olarak duruyordun ortalık yerde. Bir kavramdın, bir öneri, bir itiraz, bir model. Kavramlar ölmez, hayaletleri olmaz. Korkutuculukları yaşam vadesiyle sınırlanamaz. Yalnızca geçerlilik alanıyla, kapladığı hacimle çıkartılabilir kantara. Orada ölçüler kanunu geçersizdir ama, ağırlıklar tepetakla, matematik şaşkındır. Sen şimdi yoksun ya diyelim, bir mezar taşın var ya söz gelimi, olur a, kimsecikler kalmasın yanında yörende. “Ein Gespenst” hâlâ kol geziyor demektir! Çünkü sen, var oldun bir kere! Bu geri alınamaz…

Amerikancı darbenin o dönem yürürlüğe koyduğu siyasetlerin değişik görünümlerde ama temel amaca tabi olarak geçirdiği evrelerin analizinden yoksun bir bakış, “çıplak zor” altında tesis edilen sınıfsal tahakkümün de, o koşulların uygulamalarından ibaret olduğu yanılsamasına kapılmaktan kurtulamaz. O bakışa göre, örneğin antidemokratik tasarruflar noktasında çakılıp kalmıştır mücadele ve buradan uzaklaşıldığını düşündüğü her adım, hesaplaşma hanesinde 12 Eylül’den kurtulma adına bir çentik atılışıdır.

Ama, heyula bu Işık, sadece ondan korkanların karşısına çıkmıyor. Sen, “düşmanların yüreğine korku salıyor“sun diye düşünenler de korkmalı senden ki, o korktukları şey “başlarına gelsin burjuvaların”. Hiç eksilmeyecek olan o korkuyu içime yerleştirenlerden olduğun için müteşekkirim sana. Başını dik tutamamaktan korku, omurganın eğilmesinden korku, boşvermişlikten, hık deyicilikten, doğru bildiğini söylemekten bir an olsun imtina etmekten, özensizlikten, saygısızlıktan, yalpalamaktan, küçük çıkar hesaplarından korku. Korkmaktan korku. Kaçmaktan. İnsanlığın binlerce yılda geliştirdiği, satın alınamayan değerlere, bir anlık göz kamaşmasıyla sırt çevirmekten korku. İşte ben o korkuyu alkışladım Işık, ona durdum baktım, ona eğdim başımı sen giderken…

Nitekim, günümüz Türkiyesi’nde, AKP iktidarının “açılım”larına alkış tutanlar, kimi bilinçli, kimi tıkızlıktan, kimi sınıfsallığını kaybetmiş faydacılıktan, 12 Eylül’le ancak lafta hesaplaşıyorlar. Darbenin nasıl bir Türkiye projesiyle yapıldığını, ne yönde biçilmiş bir rolü oynatmak üzere model geliştirildiğini biraz olsun bilince çıkartanlar, o günün zorbalığıyla bugünün “demokrat”lığının aynı eksende kusursuz biçimde çakıştığını açıkça görebilirler.

Orada dikildim, durdum. Aklımdan bunları geçirirken, bir kaşını kaldırdın havaya, ağzını biraz büzdün. Korkmadım. “İnsan nerede bu ağıtta” paylamasına değil, içkin mi demeli mündemiç mi, sende vücut bulan kavram mı demeli, kavramla yoğurulmuş sen mi filan gibi şeylere takıldım. Sonra, bir arkadaş aktardı hastaneden bir sahne. Hemşirelerin o bildik kanıksamışlıklarıyla, sana hitap ve davranışlarındaki hoyratlığa, kaşınla gözünle itiraz etmiş, saygılı olma uyarısı yapmışsın. Böylece, soru yanıtlanıyor. Işık, kendisi için istemez. Her insan için, hoyratlığa maruz kalacak ve sesini çıkartamayacak mazlumlar adına talep eder saygıyı. Hoyrat davranana da yardım etmek, yol göstermek için. Işık, temsil ettiği değerlere saygısızlık olarak görür kendisine yapılanı. O değerleri el üstünde tutma gayretidir kaşındaki, gözündeki. Söylesene, insan nerede? İçkin mi demeli, mündemiç mi…

12 Eylül’ün kuşatıcılığı, yasa koyuculuğu, artık bir hükümet partisi değil, bizatihi devlet olarak tanımlanabilir konumdaki AKP’den, apaçıklığıyla ayrıldığı için herkesin hedef tahtasına koyulabilen konumdadır. Bir örtüyü çekip almak elbet biraz daha zor olacaktır. Yakılan bir Kürt köyünün hesabını 29 yıl sonra da sormak görevimizdir, evet, üstü açıktır. Biz o köyü emperyalizmin vasalı haline getirmeye yönelik “açılım”ı sorgulatmayı da görev biliriz ama, üstü yaldızdır. Alevle imha, buharlaştırmayla imhanın karşıtı değildir. Dipçik, uyarıcı işlev de görebilir, uyuşturucu tehlikelidir.

İğnesinden çıkarıp baktım fotoğrafına. Ne güzelsin. O rengârenk şey atkın mıdır, kazağın mı, nasıl mecazi bir tanımın olmuş. Ama ille saçındaki gümüş teller, ille göz kenarlarındaki kırışıklık. Niye mi ille onlar? Heyulalar çünkü. Onları örtmeye, silmeye çalışanlara öfken ne büyüktü. Yaşadıklarını, biriktirdiklerini, birlikte yürüdükleri yola tanıklıklarını kaybettiklerini hiç bilemeyenlere. Yüzündeki çizgiye, saçındaki aka vefayla, saygıyla, minnetle bakmanın içerdiği ne varsa, heyuladır! Yaşa, çok yaşa Işık, o heyulayı karşımıza çıkardığın, ödümüzü kopardığın için…

Bugünkü soL’un manşeti, 12 Eylül’den çıkışın da, yine bugün yapılacak 12 Eylül’ü protesto mitinginin de can damarını yansıtıyor. Acilen AKP ile hesaplaşmaya girmeyen bir ülke, 12 Eylül’ün hüküm sürdüğü bir ülke olma gerçeğini, okşanan başla uysalca kabullenmiş demektir. Diktatörlüğün demokratik görünümlerine kapılıp gitmenin panzehiri sınıf bakışıdır ki, işte o “çıplak zor”, bunu berhava etmenin zeminini sağlamakla misyonunu tamamlamıştır. 1983’ten bu yana asıl kavga, o zeminde verilmektedir…

Seninle vedalaşmıyorum Işık, çünkü bir heyula kol geziyor…