Bilmece Bildirmece

Geçen haftanın yoğun “cumhuriyet” içerikli gündeminden geriye, kendi adıma, bir mugalata kaldı. Hem cumhuriyetçi hem sosyalist olunur mu? Eşyanın tabiatına aykırı, olunmaz. Nesiniz? Sosyalist. Ama cumhuriyeti savundunuz? Hayır, emperyalizmin ve gericiliğin, bu ülkenin halkçı ve bağımsızlıkçı kazanımlarını yok etmeye giriştiğini, buna karşı direnmek gerektiğini...

Uzadı gitti. Sıkıldım. Daha da uzar gider. Biliyorum.

Kerpiç koydum kazana
Poyraz ile kaynattım
Nedir diye sorana
Bandım verdim özünü

Şimdi düşünüyorum da, “çocuk aklı işte,” deyip geçmemek lazımmış galiba, o soru karşımıza çıktığında, yanıtı bulmak için kafa patlatışımıza. Bilirsiniz, “han kapısından sığmaz, fındık kabuğuna sığar” diye bir bilmece sorar, hınzırca dudak büzerlerdi. Halen kullanımda mıdır bilmem, ama bizim kuşağın çocuklarına ille sorulmuştur bu. Kolay mı bulmak! Bu iki zıt hacim nasıl bağdaşırdı da, tek bir şeyin karşılığı olabilirdi? Bulamayıp da “neymiş” dediğimizde nazlana nazlana verilen yanıta da pek basmazdı kafamız. Han ve fındık. Nasıl yani?

Onca kukumav kuşuna dönüştüğümüz zamandan çok, bir aldatılma hissi koyardı bize sanırım. Ortada bir soru yoktu, biz yanıt arıyorduk. Eğer bize bunun bir bilmece olduğu söylenmeseydi, sözeldeki vurguyu, yazıdaki noktalama işaretlerini münasip şekilde kullanabilirdik halbuki. “Han, kapısından sığmaz. Fındık, kabuğuna sığar.” Tamam, bu malumun ilamları hayatta pek işimize yarayacak bir bilgi sunmazdı ama, hiç değilse kafamız karışmazdı.

Bugün bakıldığında, bu bilmece, iki ayrı düzlemde, iki ayrı bilgi verilmesinin, önce bir yanlış yönlendirme, sonra da vurgu kayması nedeniyle, o bilgileri ıskalatan beyhude bir “şey” aramamıza yol açtığını görmemiz açısından anlamlı. Belki, apaçık dile getirilmiş olan iki ayrı şeyi, mümkün olmayan başka bir şeyde toparlama çırpınışı, çocuklarda zihinsel faaliyeti geliştirmenin bir parçası olarak görülebilirdi biraz hayırhah zorlamayla, ama, asıl olan, bir algı kalıbını sorgulamaktı.

Yanıt bulunması gereken bir bilmece önkabulüyle bir alana yoğunlaşmış algı, gözümüzün önündeki çıplak bildirimleri görmemeye yol açabiliyordu, bunu öğrenmiştik. İki ayrı nitelik, tek bir nitelikte buluşturulmaya çalışılınca, iki doğru açıklamadan, tek bir yanlış elde ediliyordu.

Gözsüze fısıldadım
Sağır sözüm işitmiş
Dilsiz çağırıp söyler
Dilimdeki sözümü

Algı kalıpları, kendiliğinden oluşmuyor tabii. Sosyal hayat içerisinde gelişip yerleşiyor. Handke’nin “Konstans Gölü’nden Atla Geçiş” oyununu, bunları serimlemesi açısından pek severim. Diyelim orada bir karakter, diğerine sigarası olup olmadığını sorar. Diğeri sigarasını uzatana kadar, o kendininkini yakmıştır bile. Şaşırır soruya muhatap olan. Oysa, kendisinden sigara istendiğini varsayması, bir algı kalıbının sonucudur. Sadece merak etmiştir soran, sigarası var mı diye.

Oyuna ilham veren şey, Schwab’ın bir şiiridir. Orada bir atlı, Konstans Gölü’nü aramaktadır. Buz tutmuş bir zemin üzerinde ilerler uzun zaman. Sonra bir pencerede duran kız çıkar karşısına, ona sorar gölün yerini. Kız, zaten üzerinde durduğunu söylediğinde, atının ayakları altındaki ince buz tabakası kırılmaya başlar ve sulara gömülür.

Biri çıkıp da, o ince buz tabakasının altında gölün durduğunu söylemese, yoluna devam edebilirdi atlı. Böyle bakıldığında, algılamayış, hangi zeminde durulduğunun bilincine varamayış, hayata tutunuşun bir aracı olabilir. Ama gerçek, ama anlama, ama kavrama, sağlam zeminde duramayanların kaçınılmaz akıbetine yol açacaktır.

İkinci bir yönü işin, şu dillerde sakız şeyin yinelenmesidir sadece. Sizin ne dediğinizi, karşınızdakinin mentalitesi belirler. Hangi kalıplarla kuşatılmışsa, ona uygun çıkarımlar yapmasının önüne geçemezsiniz.

Çıktım erik dalına
Anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyıp
Der ne yersin kozumu

Çocukların “han ve fındık” yanıtını öğrenmesiyle, Konstans Gölü’ndeki atlının üzerinde durduğu zemini anlaması arasındaki tepki paralelliği, birbirini izleyecek iki akıbet bağlantısı kurmaya da elveriyor.

Çocuk zihni, olmayan bir soru karşısında olmayan bir yanıt ararken, yönlendirilmişliğin masumaneliğiyle tanımlanabilir. Atlı, farkında olmamakla mazur görülebilir. Her iki durumda da, biri bilmeceyle karşı karşıya olduğu, biri yoluna devam edebileceği bir buz tabakası üzerinde bulunduğu verilerini sorguladığı anda, birer yükümlülük edinirler. Algılar genişletilmeli, söylenenler anlaşılmalı ve sağlam zemine geçilmeli. Aksi halde, biri kelimelerin büyüsünden, diğeri sulara gömülmekten kurtulamayacaktır. Gerçek, ya muzip büyüğün ağzından, ya penceredeki kızın seslenişinden yüze vurulacaktır çünkü.

Han ve kapısı. Fındık ve kabuğu. Göl ve buz tabakası. Bunları ayrıştıramayan zihinlerdeki kalıplar durdukça, döne döne anlatmanın, ifade etmenin sıkıntısına katlanmak da, işte böyle oyunbaz yazılarla mümkün oluyor bazen... Eh, “sözdür düşen boynumuza”... Önce bilmece, sonra bildirmece...

Yunus bir söz söylemiş
Hiçbir söze benzemez
Münafıklar elinden
Örter ma’na yüzünü