26 Temmuz’un Küba’sı İLKER BELEK

26 Temmuz 1953, Küba Tarihinde, devrim günü olan 1 Ocak 1959 kadar önemlidir.

26 Temmuz 1953, daha sonradan 26 Temmuz Hareketi olarak anılacak mücadeleyi başlatan Fidel ve arkadaşlarının gerçekleştirdikleri Moncado Kışlası baskınının yıldönümüdür. Amaçları ayaklanma için silah ve cephane elde etmek ve askeri kışlayı kullanılamaz hale getirmekti. Yakalandılar. İçlerinden bir kısmı çatışmada, bir kısmı ise sonraki işkencelerde öldürüldüler. Fidel, bir grup arkadaşıyla birlikte 1955 yılında salıverildi. Sonrasında Meksika günleri başladı ve orada Che'nin de katılımıyla olgunlaşan örgütlenme 26 Temmuz Hareketi adını aldı.

Küba devrimi en başından beri büyük sıkıntılar yaşadı. Bu ortam, Venezüela'nın sunduğu maddi desteğe rağmen halen sürüyor. Buna karşılık insanlık tarihi için büyük başarılara imza atmaktan geri kalmadı.

Küba'daki rejim sosyalizmi hedefleyerek kurulmadı. Ancak, ABD'nin 1960 yılında başlattığı açık ambargo, antiemperyalist ve yurtsever karakterli bir devrimin yaşayabilmesinin tek yolunun sosyalizm ve sosyalist blokla dayanışma olduğunu açık biçimde gösterdi. Şöyle bile söylenebilir: Küba'yı sosyalizme taşıran Amerika'nın kendisi olmuştur.

Küba'nın, bugün dünyanın diğer ülkelerine gösterdiği iki çok önemli gerçek vardır. Bunlardan birisi yoksul bir ülkenin, emperyalizmin kuşatmasına rağmen ayakta kalabilmesinin olanaklı olduğudur. İkincisi ise, yoksulluğun mutlaka eşitsizlik, refah düzeyinin düşüklüğü anlamına gelmeyeceğidir. Küba yoksuldur. Yoksulluğunun en önemli nedeni ambargo ve emperyalizmdir. Ancak Küba dünyanın refah açısından en gelişmiş ülkelerinden birisidir. Küba halkı, en az, çok yüksek gelirli emperyalist ülkeler kadar refah içindedir.

Her ikisi gerçek de dünya halkları için örnektir, cesaret vericidir. Her ikisinin de arkasında güçlü bir önderlik, onurlu bir halk ve onların tercihi olan sosyalizm vardır. Bu önderlik Küba halkını örgütlemeyi, enerjisini açığa çıkarmayı becermiş, Küba halkı bu yaratıcılığın, cesaretin ve çalışkanlığın hakkını fazlasıyla vermiştir.

Ambargo Küba'yı pek çok beğenmediği iş yapmaya mecbur etti. Bunların içinde en çok anılması gerekeni, nakit para için ülkenin turizme açılmasıdır. Aslında turizm, bugünkü haliyle emperyalizmin Küba'ya girişidir. Fuhuşuyla, dolarıyla, kirli beklenti ve ilişkileriyle, cinsel yolla bulaşan hastalıklarıyla girmiştir turizm Küba'ya. Ancak daha da kötüsü, turizm sektörü (en azından bir ölçüde) Kübalılar'ın gündelik dünyasını fazlasıyla maddileştirmiş, gençler arasında kirli özlemler yaratmıştır.

Turistik otellerde çalışan bir garsonun, bir günlük mesaisinde, bir hekimin aylık kazancından daha fazla dolarlık bahşiş toplaması... Bu yalnızca bir eşitsizlik, gelir adaletsizliği, emeğe yönelik yapılmış haksızlık değildir. Daha derinlerde, yeterince çalışmadan zengin olunabileceği düşüncesinin, paraya yamanmanın toplumsal bir zemin bulmasına da yaramıştır.

Sosyalizm ve insanlık açısından en kötüsü budur. Sosyalizmin temel değeri karşılıksız çalışmak, halk için, ülke için, yol arkadaşı için sakınmadan emeğini ortaya koymak, bilime, çalışmaya, dayanışmaya, yaratmaya, keşfetmeye aşık olmak... Sosyalizm her şeyden önce ve her şeyden fazla oranda bunlardır. Kübalılar'ın, her göreni kendisine aşık eden dertsizlikleri, ülkelerine ve yöneticilerine duydukları ikircimsiz güven bu atmosferle ilgilidir. Turizmin belli oranlarda içine ettiği atmosfer de budur.

Sosyalizm için karşılıksız çalışma, yaratma değerini ortaya çıkarmak, geliştirmek her zaman sorunlu oldu. Devralınan kapitalizmin kirlettiği insandı. Bu malzemeye yeniden, toplumcu değerler yönünde şekil verilmesi zordu. Sovyetler'de Stahanovist hareketin yaratılmasının, ünlü NEP dönemi tarım politikalarının gündeme getirilmesinin arkasında da aynı basınç vardı. Kapitalizmin insanı karşılıksız çalışmıyordu. Oysa önceki diktatörlük döneminde soyup soğana çevrilmiş ülkelerin acil kaynağa, kalkınmaya, buğdaya, tütüne gereksinimi vardı. Üstelik sosyalizmin vatandaşları bir biçimde emperyalist ülkelerdeki tüketim çılgınlığıyla temas ediyorlar, daha çok tüketmek istiyorlardı ve üstüne üstlük bu taleplerin en azından bir kısmı gayet doğal bir nitelik de taşıyordu.

Emek değer teorisinin geçersizleştiği düzen komünizmdir. Sosyalizm de eninde sonunda emek değer teorisine dayanır. Stahanovizm, performansa göre ücret, ya da son olarak Küba'da açıklanan ücretlendirme politikaları, açıkça emek değer teorisinin somut karşılıklarıdır.

Çalışanla, çalışmayanın ayırt edilmesi meselesi. Bunu şu an, turistleri taşıyan taksiciden daha az kazanan Kübalı hekimler, öğretmenler talep ediyor.

Aksi taktirde kimse hekim olmayı istemeyecek. Ancak hekimlerle taksiciler, çöpçüler, büro sekreterleri arasındaki gelir farkı ikinciler aleyhine uçurum halini aldığında da kimse taksicilik, çöpçülük, sekreterlik vb yapmayacak.

Küba bugün, turizmin kirlettiği topraklarında yukarıdaki sorunda bir çözüm yolu bulmaya çalışıyor. Vatandaşlarını daha nitelikli ve en meşakkatli işlere yönlendirebilmek için emek değer teorisini kullanıyor. Ancak bu silahın sosyalizmin eşitlikçi ve adaletli yapısını yıpratmasını engellemek için de, ülkenin kaynaklarını devlet eliyle, ortak kamusal sektörlere yönlendiriyor. Emek değer teorisi komünizm yönündeki hedefleri yıpratıyor, emperyalizm turizmiyle bile Küba topraklarını kirletiyor.

"Herhangi birinin sosyalizmin nasıl inşa edildiğini bildiğine inanmış olması çok önemli bir yanlış olurdu." Bunlar Fidel'in sözleri. Küba'nın bu kadar yalnız olduğu bir dünyada, yaratıcılığı kışkırtan bir saptama. Öte yandan Küba önderliğinin, özellikle Raul'un uyardığı yeni emek politikalarının arkasında herhangi bir ard niyet bulunduğunu düşünmek için de hiçbir neden yok.

Yine de yapılanların iki ucu sivri bıçak gibi durduğunu kabul etmek gerekiyor. Tek güvence emekçi sınıfların yaratıcılığını kışkırtan güçlü bir önderlik ve sınıfın yönetime katılım kanallarının sonuna kadar kullanılması.