TEKEL ve “Mübalağa”

Dirse Han’ın 15 yaşındaki oğlu, bir azgın koca boğayı alnına yumruğunu yerleştirip yenince alır Boğaç adını. Karacuk Çoban sapanıyla 12 batman taş atar, taş yere düşmez a, düşerse de orada üç yıl ot bitmez. Dede Korkut, Oğuz boylarına tarihsel destanlar yazarken, mübalağa eder, doğrudur. Evliya Çelebi’nin seyahatlerinde gördüklerini, yaşadıklarını anlatımını ölümsüz kılan da, o mübalağadır aslen.

Edebiyatın önemli ayaklarından biri olarak mübalağa, sadece gerçeklerden nasiplenmemişlerce palavrayla karıştırılır. Mübalağayla yansıtılan şeyin, bizatihi varlığıdır oysa önemli olan. Burada “varlık” da mutlaka “somutluk, realite” anlamında kullanılmaz, hatta bazen, olmayana duyulan ihtiyaçla belirlenir mübalağa nesnesi.

Örneğin, bir yükselince aya elinizi vuramazsınız, bir alçalınca yerin dibindeki zebanileri göremezsiniz belki ama, Çelebi’nin Karadeniz’in hırçın dalgaları konusunda sizi uyarmadığını da söyleyemezsiniz. Bir gerçekliğe, “kuvvetlendirici”yle dikkat çekmektir yaptığı. Durgun bir gölden bahsediyor olsa, inanmamak hakkınızdı.

Örneğin, Salur Kazan, bütün askerini, obasını Şökli Melik’e esir vermişken, bu durumdan ancak tek sapanla 300 düşman deviren bir çobanın yardımıyla sıyrılabilirdi. Diğer Oğuz beyleri gelip de kılıcı, topuzu çalana kadar direnme ihtiyacına bir karşılık aramış hikâye anlatıcılar ki, böyle bir çoban arzulamışlar, Dede Korkut da bunu yazıya dökmüş.

Mübalağa, kimi zaman da, bir umudun herkesi sarması için, bir cılız sudan çıkan enerjinin, bir çağlayanda ulaşacağı boyutu aktarmaktır ki, bu yönüyle, gelecek projeksiyonu işlevi üstlenir.

Aslına bakarsanız, bu “gerçekliğin büyütülmesi” tanımlarının ötesinde, bütün bir edebiyat, normali aşarak anlatılmaya değer kılınmış olaylar ve kahramanlar bütünlüğünde, farklı ölçeklerde mübalağalar barındırır.

Uzatmayalım, dağıtmayalım. Olanların ve ihtiyaçların mübalağasını, bunların anlamını kavramaktan uzak akademik gerçekliğe tercih ederim. Ve bu kesinlikle bir üslup değil, bir siyasi, bir ideolojik bakış sorunudur bana sorarsanız.

Günler geçtikçe ve biz TEKEL işçilerinin mücadelesinden bahsettikçe, başlangıç zamanına oranla, biraz daha “mesafeli” karşılıklar alır olduk. Ve belli ki, “arbedeli” bir sürecin yarattığı heyecan, kimileri için sönümleniyor. Ve bizim ısrarımız, “mübalağa” olarak yorumlanıyor.

Enteresan, değil mi? Kötü şeyler süregeldikçe devreye giren “kanıksama” mahareti, iyi şeylerin soluğu uzadıkça da başgösterebiliyor. Tam tersinin olması beklenirken! Neden böyle?

Bazıları için, bir olgu, medyanın gündemine girdikçe var. Gözden ırak olan, gönülden de ırak oluyor. Karadeniz’e gidip görmemişler, Çelebi’nin dalgalarına “peh!” diyebiliyor. Bazılarına, boğayı sırtında köpükle yatar görmedikçe, Boğaç’ın yumruğu “tevatür” geliyor. Oturup, nesnel şartlardan bahsediyorlar, olmazlarını sıralıyorlar… İşte biz buna “soğukkanlı analiz”, “bilimsel saptama” diyenlerden, “devrimcilik heyecanı”yla ayrılıyoruz.

TEKEL işçisi, bütün olumsuz koşullar kuşatmasına, tehditlere, yılgınlık bulaştırmalara, uzlaşma çağrılarına karşı, kararlılıkla direniyor. Bugünün gerçeği buyken, geleceğe matuf bir sonuç alınamama olasılığını veri kabul edenlerin karşısında, biz mübalağacı oluyoruz. Vay! Varalım öyle olalım, ne çıkar…

Biz bu “mübalağa”dan gözlemler aktaralım, daha iyi. Bir söz, kim bilir kaçıncı kez kanıtlanıyor TEKEL direnişinde. Değiştirirken değişmek. Pratikle gelişmek. TEKEL işçisi için, mesele, çalışma koşullarının, düzenlemelerin, ekonomik taleplerin ötesinde artık. Bütün bu arazlarla siyasi iktidar arasındaki bağlantıyı kuruyor, hedefini büyütüyor. TEKEL işçisi, “bulaşıcı” bir ayağa kalkışın taşıyıcılığı rolünü kavrıyor. TEKEL işçisi, mevzi mücadeleyi genel mücadeleye dönüştürmenin öneminin farkına varıyor. TEKEL işçisi, kendisini temsil eden siyasal akımı, partiyi, tecrübesiyle tanıyor, dostu düşmanı ayırt edebiliyor. TEKEL işçisi, kimliklerin sınıfsallığa galebe çalamayacağını görüyor, gösteriyor. TEKEL işçisi, “bir sonuca yönelik kararlılık” nedir, artık biliyor.

Değişirken, değiştiriyorlar da. Sınıfın partisi olmak ne demek, daha bir kavratıyorlar, her boyutuyla. Meydanlarda yanıtlıyorlar, bizim biteviye tartışmalarımızda dilimize takılan soruları. Uvriyerizm! Geri bilince teslim olmak! Reddedilecek semboller! Böyle mızıldananlara, sloganları, bayrakları, türküleriyle birşeyler anlatıyorlar…

Öğreniyorlar, öğretiyorlar.

İyi de, bakalım sonuç alacak mı, biz neler gördük, 89’u unuttunuz mu, ne kaldı geriye… Bazılarının ellerinde sadece bir tıpa var. Cin şişeden çıktı ne demektir, ne bilsinler…

Mübalağa! Devrimden mübalağalı ne var şu hayatta? Onun öznesinin her kımıldanışında, biz mübalağa edeceğiz, var mı ötesi. Çünkü keskin palavracı değiliz, gerçekçiyiz! Mübalağa, bir gerçekliğin altının çizilmesidir. Vurgudur. Göze sokmaktır. Biz buna talibiz…