Sofradaki Tuzumuz

Tayyip Erdoğan kahvaltı sofrasına çağırıp duruyor ya müzikle, sinemayla, edebiyatla iştigal edenleri, biz de her seferinde gidenleri kınıyor, oraya gitmeyin, şuraya gelin diyoruz ya, zorumuz ne?

Tayyip Erdoğan’ın kahvaltı sofrasına çağırmadıklarını, çağırıldıkları halde siyasi gerekçe göstererek gitmeyenleri takdir ediyoruz ya, gidenlere örnek gösteriyoruz ya, zorumuz ne?

Tayyip Erdoğan’ın ordövrü yerine TEKEL işçilerinin simit ve çayını tercih edenlerle kucaklaşıyoruz ya, bundan aldığımız keyfi paylaşıyor, yaygınlaşmasını istiyoruz ya, zorumuz ne?

Sahiden, ne bizim zorumuz?

Müzikle, sinemayla, edebiyatla bağ kurmuşların, aynı zamanda aydın kategorisinin doğal parçası oldukları yanılsaması bu kadar açık seçikken, tümünü bu aydın kavramını haiz tutumlar almaya çağırmamız tuhaf değil mi? Şarkı söyleyen, beste yapan, piyasaya albüm sunan, rol yapan, kamera açısı ayarlayan, şiir, roman, öykü yazan AKP sempatizanını, peynir satan, taksi kullanan, pantolon diken AKP’ye oy vericilerden ayıran ne ki, biz bunun üzerinde özellikle duruyoruz?

Tayyip Erdoğan, bu kesimlere niye kahvaltı sofraları hazırlıyor da, oy potansiyelinin temsilcileri olan diğer kesimlere ufak ziyaretlerle yetiniyor? AKP’nin seçimlerdeki oy oranını sağlayanlar için, onları uyarmaya, bilinçlendirmeye yönelik genel siyasetler faaliyetimizin esasını oluştursa da, bu sofradakilere özel gündemler üretmemiz neden?

Aydın tavrı beklediğimizden mi, o sofraya oturduklarında sanki misyonlarına ihanet ettikleri duygusuyla, öfkesiyle davranmamız? Bir yanılsamayı mı paylaşıyoruz? Bazı iş alanlarındaki insanların, diğerlerine göre bir farkı olduğunu mu düşünüyoruz?

Keza, kendi düzenledikleri kahvaltıda çıkıp AKP politikalarını eleştirdiklerini, toplumun sorunlarını dile getirdiklerini, iktidarın meyletmeyeceği türden çözüm önerilerini o sofradan kamuoyuna aktarma fırsatını kullandıklarını söyleyenler, neden bizi tatmin etmiyor? Nerede söylendiği, ne söylendiğinden önemli mi yani? Neden, kahvaltıya katılanlar arasındaki ayrımları gözetecek incelikte davranmıyor da, topluca etiketliyoruz?

Daha onlarcasını sayıp dökebiliriz bu soruların, nitekim çoğu soruldu da. O sofrayı kuranlar ve o sofraya oturanlar arasındaki ilişkinin sosyal ve siyasal algıdaki karşılıkları üzerine çok şey de söylendi, yanıtlar verildi, tartışıldı. Burada bir kez daha dile getirilmeleri, konuya bir başka noktadan da bakılabilir diyedir.

Tayyip Erdoğan neden sofraya çağırıyorsa, bizim tepkimiz de ondandır. Büyük çoğunluğuna aydın diyemesek, dahası, sıradanın da altında figürler olarak görsek de, bir toplum imal etmekteki rollerindendir. İştigal alanlarının hitap ettiği yaygın kitle, alıcılarla kurdukları bağlar, rol modeli algılanabilmeleri, popüler kültürün damarlara ideoloji zerkediciliği onları ayrıcalıklı bir konuma taşıyan. AKP bunu kullanıyor, biz buna set çekmeye, kendimize çevirmeye çalışıyoruz. Nihat Doğan’ı değil elbette, ya da Hilmi Yavuz’u değil. Ama, hayattaki duruşunu biraz daha önemsediğimiz isimler üzerinde durmamız, bu açıdan anlatmaya çalıştığımız şey, bir sofrada çekilen aile fotoğrafı karesinde yer almalarının sosyal algıdaki yansımasıdır. O fotoğrafa bakanlar nasıl ki “büyük aile”yi görüyor ve aile içi tartışmalarla ilgilenmiyorsa, bizim yaptığımız da budur. Burada mesele yok. Aile reisine ne dediğiniz önemli değil, o karede yer aldığınızda deklanşöre basılmıştır diyoruz.

Ama başka bir şey var, bir tavır ortaya koyup bunu gerekçelendirmemizin ötesinde. Tayyip Erdoğan’ın sofrasına oturanlar, ya da TEKEL işçileriyle simit yemeye gelenler. Bu saflaşmada, siyasal rolümüz, öncü nitelikte. Peki, kahvaltıya gitmeyenler ya da işçi sofrasını seçenler arasında, içimizden çıkan kaç isim var? Aydın tavrı alan sanatçılarımız bize gurur ve coşku veriyor, peki yanlarına kaç kişi katıyoruz taze kuvvet olarak? Elbet, var olan birikime seslenecek, onlarla buluşmaktan kıvanç duyacağız, ama bir bayrağı devralacağımızın işaretlerini veriyor muyuz yeterince?

Tayyip’in sofra kurduğu, bizim o eksende çağrılar yaptığımız kadar önemli bir mevzide, üretimimiz verdiğimiz önemi yansıtıyor mu?

Yığınla isim ve ürün sıralanabilir tabii. Ama o sofradakilerin büyük çoğunluğunun, olanca niteliksizlikleriyle sahip oldukları hegemonik gücün karşısına, nitelikle bir karşı hegemonya oluşturacak, içinde yer aldıkları disiplinin sözü geçer noktasına oturacak, elbet popüler kültürün, piyasanın ucuzluğuyla kıyaslanabilecek bir kitleye, sistemin kuşatması altında algıları çarpılmış bir kitleye seslenemeyecektir ama, hâlâ niteliği gözeten “dışımızdaki” insanlarca takip edilme gereği duyuracak bir isim ve üretimden söz ediyorum. Kendi aramızda oyalanmamaktan.

Aydınları, sanatçıları, bilimcileri, kendilerini bir safa çağıran politik duruşun yanı sıra, bu alanlardaki üretimleriyle de cezbedecek, seçiminin bir yalıtılma anlamına gelmediğini gösterecek, kültürel ve sanatsal açıdan da bir güçle kaynaştığını hissettirecek, attığı her adımın, söylediği her sözün bir yerlere taşındığını somutlayacak bir güce ihtiyacı var. O gücün, aydınlara sanatçılara ihtiyacı var. Bizimle birlikte özgürce üretebileceklerini duyuracak mıyız? “Şiirini al gel” demekle yetinmeyen, “şiirlerini şiirlerimize kat” diyen bir güç olacak mıyız?

Tayyip Erdoğan’ın sofrasına şimdi zevkle oturan isimleri, iki kere düşündürecek, otururlarsa pek de umursanmayacaklarını, kendilerinin bileceği bir iş olduğunu gösterecek bir güç?

Kim demiş, bugünden yarına diye, bu uzun yola çıkışın ilk adımlarını biraz daha genişçe atacak bir güç?

Sanat Cephesi’ni, oyunlarımızı, müziğimizi, filmlerimizi takip etme zorunluluğunu dayatacağımız bir hegemonyayı hedeflemek olmalı işimiz, kim gider sarayda kahvaltıya otururmuş, ne umurumuz...