Sevmek-Sevilmek Fiiliyatı

Ankara’ya gidenler var. Ankara’da bekleyenler var. Ankara’da buluşulacak. “Versailles’a! Oradalar!” gibi… Ankara’ya! Oradalar! İşçiler gidiyor, emekçiler gidiyor, gençler gidiyor. İşçiler bekliyor, emekçiler bekliyor, gençler bekliyor. Gidecekler, karşılanacaklar, buluşacaklar. Orada olacaklar.

TEKEL’i artık bilmeyen yok. Benim aklımda başka bir mesele var. Çok karmaşık bir mesele ve besbelli içinden çıkamayacağım.

Yasushi Inoue’nin “Aşkın Üç Yüzü” romanında, bir kız okulunun dilbilgisi dersinde, etken ve edilgen fiiller konusu işlenmektedir. Vurmak-vurulmak, görmek-görülmek… Bir sözcük çifti çeker dikkatini öğrencilerin. Sevmek-sevilmek. Çok geçmeden, öğretmene çaktırmadan sınıfı dolaşan bir kâğıt parçası, Saiko’nun da önüne gelir. “Sevmek mi istersin, sevilmek mi?” sorusunu yanıtlaması istenmektedir. Öğrenciler türlü renklerde işaretler koyarak yapmışlardır seçimlerini. Tıpkı Saiko’nun da tereddütsüz kondurduğu yuvarlak gibi, hepsi “sevilmek” kelimesinin üzerindedir. “İçgüdüsel olarak, sevilmenin mutluluğunu biliyor”lardır. Ama, yanındaki kızın, “sevmek” kelimesine ilk işareti koyuverdiğini gördüğü an, bu artık sorgulanabilir bir kabule dönüşür. Sınıfın en renksiz öğrencisi, hep yalnız dolaşan öğrencisi, etken fiili seçmiştir!

Carson McCullers’ın “Hüzünlü/Küskün Kahvenin Türküsü”nde de, “herkesin seven olmak istediği”ni söylemekle birlikte, bu etken-edilgen sorununa ilişkin pasajlar vardır. “Sevilen, çoğu zaman, sevenin içinde saklı duran sevgi için yalnızca bir uyarıcıdır.” Etken fiile yol açan bir edilgen! Edilgen, çünkü sevilenin, seven olması şart değil… “Sevginin değerini, özgünlüğünü, yalnızca seven belirler” der Cullers.

Karmaşık bir mesele. Nâzım’ın, “yani sen elmayı seviyorsun diye, elmanın da seni sevmesi şart mı?”, sorusu da bu bağlamda doğar. Zühre, artık ya da hiç sevmeseydi Tahir’i, Tahir Tahirliğinden ne kaybederdi sahi? Üzerinde dövüştüğünüz barikat, keşfe gittiğiniz kuzey kutbu, damarınıza zerkettiğiniz serum, karşılık beklemeden duyduğunuz bir sevginin etkinlikleridir.

Tabii, Veysel, gözünü seveyim “çarıklı” ozanlığın, şıpın işi özetler cemil cümlesini: “Güzelliğin on par’etmez, bu bendeki aşk olmasa…” Sevilenin değeri, sevene bağlı.

Etkin oluştur sevmek. Sevilenin karşılığını umursamaz. Aslına bakarsanız, nesnesini de. Bir başka gözün hiçbir şey bulamadığı, ya da ancak iticilikle tanımladığı bir şeyde, bazen kendisine bile açıklayamadığı cevher buluştur. Bu anlamda, “rasyonel soru”lara yanıt veremeyebilir.

İyi hoş da, ben bu mevzuya neden ve nereden girdim ki şimdi? İtiraf edeyim, ipin ucunu kaçırdım, az daha dolanayım. Mesela, bir de fiillere ve fiiliyatın nesnelerine yer değiştirteyim.

Sevenin içindeki sevgiyi harekete geçiren, bunun farkında olmasa bile, gerçekten edilgen olarak değerlendirilebilir mi bu kadar? Seveni dürtmek, etkinliğe geçirmek, kendiliğinden bir etkin/etken oluş değil midir? Hani, Si-Ya-u’yu kalkıp Louvre müzesine getirten Jakond gibi.

Kemikleri kübist bir ressama fırça olasıca Leonardo’nun suratına taktığı sırıtışla öylece bir duvarda durup duran Jakond’la göz göze gelince, etkin olmaz mı Si-Ya-u? İşin anahtar cümlesini Jakond dile getirir: “Müzeyi gezmek iyi / müzelik olmak fena.” Öyle ya, müzeyi gezen, devinendir, bakandır. Etkin öğedir. Müzelik olan, durağandır, bakılandır. Edilgendir. Tabii bu sadece ilk bakışta böyledir. Başka bir açıdan bakarsak, etkin olan, Jakond’dur aslında. Yapıt, insanı harekete geçirmiştir. Yapıt, kendisine bakan insanı etkin kılmış, çoğaltmıştır.

Baştan söyledim, karmaşık mesele. Ben bu mevzuya nereden girdim ki, çıkamayacağımı bile bile…

Belki şundandır: Ankara’da buluşuyor işçiler, emekçiler, gençler… TEKEL işçilerinin etkinliği, etkinlik doğuruyor. Çoğalıyor. Ama aydınlar katında hâlâ bir sorgu sual, bir temkin…

Bunu düşünürken fark ettim, meselenin, sevmek mi istersiniz, sevilmek mi olduğunu. Sevilmek isteyenlerin edilgenliği. Ve bir elma, bir serum, bir tablo olmadıkları için, Tahir olmaları beklenen, harekete geçiremeseler de, harekete geçen olmaları beklenen aydınların, bunu yerine getirmekteki cılızlıkları, seven statüsüne geçmelerini engelleyen bir döngüde kayboluşlarından gibi geldi bana.

Seni sevmem için, bana şunları sunmalısın ey sınıf, ey hayat, ey örgüt… Ama, pazarlık varsa, sevgi nesnesi yok.

Sevilenden bağımsız, karşılıklar hanesine bakmayan bir etkin oluş halidir sevmek. Armudun sapı, üzümün çöpü… Ankara, kafasında bunlar cirit atanlara kendisini sevdirmek için kılını kıpırdatmayacak. Sevendeki etkinliği hayatın doğal uzantısı yapamayanlar, kendilerini sevecekleri başka yerde arayacak… Güzellikleri on par'etmeyecek...

(Ah, unutmadan... Her sevgi kelimesi geçtiğinde Marks’ın, "senin sevgin, karşındakinde...” pasajını anımsayanlara, onun başka bir mevzu olduğunu söyleyeyim de üzerimde kalmasın. O elyazmaları sırasında henüz Hegel - Feuerbach üzerinden geçip gidiyordu Marks kendisine... O dursun...)