Pantolondan Kan Çıkmaz

Ayakkabılarımız çamura saplanıp kala kala yaptığımız "maç"larda, taşların üst üste konulmasından oluşan kalelere gol atma uğraşında icat ettiğimiz bir terim vardı: Pantolondan kan çıkmaz! Yalnızca bizim mahalleye mi özgüydü bu, yoksa genel olarak mı kullanılırdı bilmem, ama üç kornerin bir penaltı ettiği "sokak futbolu"nda, büyük önem taşırdı.
Çekilen şut, rakibin ayağına çarpıp mı dışarıya çıkmıştı, yoksa paçasını sıyırıp mı sorusuna yanıt aranırken doğmuştu. O zamanın geniş İspanyol paçaları, çelimsiz bacaklarda iyice görkemli dursa da, topa yön değiştirtecek değildi elbet, ama işin kuralı, her şeyi tartışma ve sürekli mızıklanmaydı. Korner iddiasındaki ekip, paçaların da o oyuncunun parçası olduğunu ileri sürer, aut iddiasındaki ekip, aksini savunurken, işte o terimi kullanırdı. Oyuncunun parçası olamazdı, çünkü cansız bir çaputtu pantolonun paçası, kan çıkmazdı kesseniz. Tabii, iş, topun bıraktığı çamur izinin incelenmesine kadar varır, "bak, sıyırmış geçmiş işte" ile "nah! löpçük gibi topun izi çıkmış, demek bacaktan damgalamış" tezleri hararetle çarpışır, iki takımdan birinin, "tamam anam, hamam parası olsun" geri çekilişiyle biterdi.

Pantolondan kan çıkmaz "teori"sine, tabii ki FIFA'nın kuralları çerçevesinde bir açıklık getirilmemişti. Tıpkı, iki tarafa dizilmiş taşların arasından geçse de, kalecinin boyuyla göz kararı orantılanacak bir "nizami yükseklik" tanımlanmaması, bu yüzden de üstten auttu, goldü tartışmalarının da bitmemesi gibi.

Bu sorunlara değinilmiyordu kural kitaplarında, çünkü temel enstrümanlar yanlıştı. Futbol pantolonla, ya da kale direkleri olmadan oynanamazdı ki. O zaman, kural dışı oyun, kendi kurallarını, özgün koşullarına göre kendisi uydurmalıydı. Resmi kuralları ezbere bilmek, bulunduğunuz zeminde uygulayabilmenize yetmiyordu her zaman çünkü. Ne mahallenizin boş bulduğunuz arsasının boyutları, ne sahip olduğunuz malzeme elveriyordu buna.

Ayaklarında pantolon ve mokasenlerle, taştan yapılmış kalelerde, uydurulmak zorunda kalınmış özel kurallarla, boş arsada iki kesim oynar. Biri çocuklardır. Onlar için, biraz da herhangi bir oyundur sürdürdükleri. O yüzden, futbola aykırılıkları, hoşgörülebilir. Yeni bir icat peşinde olmaları anlaşılabilir. Eğer futbol oynamak istiyorlarsa, erginleştikçe, kendi kurallarının aykırılığının farkına varacakları, temelleri kavrayışa geçecekleri beklenebilir. Ne de olsa, kendi hayal güçleri baskın çıkacaktır o yaşlarda. Kendilerini bulma sürecinde, haşarılıklar yapacaklar, her "o öyle olmaz" sözünü kulak arkası edip kafalarına göre takılmakla, kişiliklerini ortaya koyduklarını düşüneceklerdir. Büyüme, büyüklere itirazla başlayan bir süreçtir.

Onlar gibi davranan ikinci kesim, artık yaşlandığını hissedenlerdir. Güçlü bir takımın oyuncusu olmak, peşinden taraftar kitlesi sürüklemek, şampiyonluk yaşamak düşlerinin gerçekleşmediğini, gerçekleşemeyeceğini kabullenenler. Bunu sağlayacak melekelerini kaybedenler. Bu yüzden, kale direklerini, kramponları, şort ve tozlukları filan umursamadan, nizami boyutlarda bir sahanın zeminine ve etrafını çeviren tribünlere kırgın, üstlerinde ne varsa onunla top teperek oyalananlar.

Türkiye solunun serencamı da biraz böyle aslında. Elbet siyaset, üzerinde hareket edilen sahanın özgül koşulları değerlendirilerek uyarlanan değişkenler içermelidir. Elbet marksizm-leninizm, FIFA'nın bütün kuralları yazılı hale getirmiş kitapçığından farklı bir şeydir. Ama, bazı temel noktalar vardır ki, neyin gol, neyin aut, neyin korner olduğunu tartışma dışı bırakır. İşte tam da burada, Türkiye solu, "pantolondan kan çıkmaz" tezi ekseninde konumlanırken, üç kornerden bir penaltı kazanma beklentisine girerken, ilk bakışta futbol izlenimi bırakan başka bir oyunun takımında yer aldığını kavrayamıyor bir türlü. İlk bakışta devrimci izlenimi bırakan tezlerin peşinden, taca yuvarlandığını göremiyor.

Şimdilik tek bir örnek verip, sonra bu konuyu sürdürme niyetindeyim.

Mahallede koşturan çocuklar, her topa bir rövaşata hamlesine heveslidirler. İyi futbolcu olduğunu göstermeleri, göze girmeleri, oyunun bu en sivri hareketiyle mümkündür, onlara göre.

'70'lerden '80 öncesine, bunu sol siyasette hâkim bir eğilim olarak görmek mümkündür. Resmî ideolojiyle ne kadar sert bir hesaplaşma içine girildiğinin göstergelerinden biri, siyasi bağımsızlık tartışmalarında ortaya çıkan, Kurtuluş Savaşı değerlendirmesidir. Kemalizmle hesaplaşmayı bütün bir tarihsel sürecin reddiyesi temeline oturtan tezlere göre, emperyalizme karşı mücadele verilen değil, İngilizlerle danışıklı dövüşten ve bir faşist diktatörlük oluşturmaktan ibaret bir dilimdir bu ve sosyalistlere hiçbir tutamak sunamaz. Lenin, Komünist Enternasyonal, Stalin, Mao, Mustafa Suphi, Şefik Hüsnü, Dimitrov, Şnurov filan, ya bu gerçeği görememiş, ya da gördükleri halde, bir pragmatizm sonucu desteklemişlerdir.

Her topa rövaşata hamlesi yapılacak, en radikal itirazlarla, tarih düzeltilecektir ki, ne kadar iyi oyuncu, ne kadar müthiş devrimci olduğunuz görülsün.
Dikkat edilecek nokta, bugün şudur ama, bu kuralları kendince yazma çabasında: Temel yönelim, Lenin'in kullandığı anlamda, bir "sol" niyetin, devrimci atılım arzusunun aşırılığıdır. Bir çocukluk hastalığı.

Artık yaşlanmış top tepiciler, göğüs istobuna, topa basmaya eğilimlidirler. Rövaşataya mecalleri kalmamıştır. Liberonun sakin, risksiz, başkalarına pozisyon hazırlayıcı işlevine, oyunu yönlendirmeye taliptirler.

Günümüz dünyasında, artık bağımsızlığın, Kurtuluş Savaşı'nın ne olduğu konusunda bir tartışma bile gereksizdir. Ne uğruna yapılmış olursa olsun, artık anlaşılmıştır ki, boşa çabadır, sosyalistleri tutucu, bağnaz hale getiren bir kavramı miras bırakmıştır. Zaten, onları destekleyenler de, işte tarihe gömülüp gitmişlerdir. Görülmüştür ki, başkaları eliyle inşa edilecek bir ülkede de, halkın iyi yaşaması mümkündür ve belki de, tarihteki savaş, bunun çok daha önceden gerçekleşmesini engelleyerek, bunca yıllık sıkıntıya yol açmıştır.

Burada dikkat edilecek nokta da şudur ki, artık devrimden vazgeçişin teorileştirmeleri, ikinci çocukluğuna, tersten yol kat ederek varmıştır. "Sağ" niyetin uyuşukluğudur. Bir yaşlılık hastalığı.

Bu "temel kurallara" aldırılmayan sahalarda, gerçek bir zemine gerekli donanımlarla çıkma noktasındaki gençlere rastlanmaz neyse ki...

"Pantolondan kan çıkmaz" dediğimiz günlerin biraz sonrasında, bir terim daha girmişti lügatimize. "Sol, özünde sağdır." Onun da anlamı şuydu ki...