Kedinin rengi

Deng Siao Ping, iktidarı aldığı zaman, Çin’in ekonomik büyüme hedefine ulaşmasının rotasını çizerken, izleyeceği politikayı veciz ifadeyle tanımlama geleneğini sürdürmüştü. “Kedinin rengi önemli değil” demişti, “fareyi yakalaması önemli”. Mao’nun “kapitalist yolcu” olarak değerlendirdiği Deng, bu yolu izleyerek ülkenin “piyasa ekonomisi”ne geçişini, başına “sosyalist” koyarak yürürlüğe sokmuştu. Sonuç, ülkenin bugün dünyadaki bütün dengeleri değiştiren büyük güç haline gelmesiydi. Fare yakalanmıştı, ama kedinin renginin önemi de, açıkça ortaya çıkmıştı.

Sözcükler reel anlamlarıyla ele alındığında, neyi imlediği, neyin mecazı olduğu göz ardı edildiğinde, olgu da içerik değişimine uğrayabilir. Gerçekten, mesele evinize dadanmış fareyi yakalamaksa, tekir midir, sarman mıdır diye bakar mısınız kediye? Ama ya, ekonomiye, ideolojiye, sosyolojiye filan aitse vecize, kullanılan anıştırma siyasete, sınıfsal yapılara tekabül ediyorsa?

İmamoğlu’nun “liyakat” kavramı getirdi Deng’i aklıma, arada dağlar kadar fark olsa da. Görevlere liyakate uygun atamalar yapmanın itiraz edilecek ne yönü olabilirdi ki? Kedinin rengini dert etmezseniz yani…

Bir süredir tartışmalar bu minvalde yürüyor, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yönetimi gibi görünen, ama altında siyasetler, ideolojiler ve sınıflar yatan konuda. Mesele, eve dadanmış Tayyip’i kapı dışarı etmek üzere büyük bir adım atmak olarak tanımlandığında, kedinin rengi önemli görülmemişti. Bütün evi istila etmiş farelerden, hiç değilse oturma odasını kurtarmaya dikilmişti gözler.

“Bu sizin kediniz değil, evinizi kemirmeye devam edecek bir başka fare” uyarılarına kulak asan olmayacaktı tabii, şu pofuduk, minnoş şey, kediydi işte, başka ne olacaktı?

Bu yanılsamaya düşmeyenler bile, yaka silktikleri faredense, yerini başkasının almasına razıydılar, cardonla, gemeyle, fındık faresi, bilemedin tarla faresi bir olur muydu hiç, yıllardır dadanmış illetten kurtulunca, onun işini görmek kolaydı… Kedinin rengi önemli değil tezi, fareler arasındaki farkı arayıp bulmaya kadar tenzilata uğramıştı. Fare mutlaklığını kabul ettirmişti sonuçta.

Metaforlar labirentinden çıkıp yeniden gerçek hayata dönecek olursak, geçen haftanın İBB panoramasında, bazı homurdanmalar ve bunları dindirme uğraşları öne çıkıyordu.

“Kentin aklını” Bahaddin Yetkin’e emanet edince İmamoğlu, İSTAÇ AŞ’nin başına Mustafa Canlı’yı getirince, hakkında CHP’nin suç duyurusu bulunan Ahmet Bağış İETT genel müdürü olarak yerini koruyunca, Halk Ekmek taş fırın gibi durunca, “kedinin rengi” sorulur oldu ufak ufak. Neyse ki, Bahaddin Yetkin, peçeteye şarkı isteği yazar gibi istifa “dilekçesi” verince, iş biraz tatlıya bağlandı, diğerlerine kül serpildi.

Yalnız, bu homurdanmalara karşı, İmamoğlu, yapılanı savunan bir duruş sergiledi, “liyakat”ten bahsetti, “kedinin rengi önemli değil” dedi, istifayı siyasete değil, bazı pürüzlere bağladı ve fikren uyum içinde olduklarını beyan etti. 16 milyonun başkanı, siyaset gibi küçük ayrıntılara kafayı takamazdı.

Fareyle uyum içinde, hoşgörülü, kucaklayıcı bir kedi alınmış eve! Hadi bakalım…

Bahaddin Yetkin ve Mustafa Canlı konusundaki şaşkınlığı, itirazları, bir kısım “AKP’den kurtulalım”cı, İmamoğlu’dan daha cansiperane bastırdılar. Biraz zaman tanımaktan, Canlı’nın “MHP’li değil İYİ Parti’li”liğinden, işlerin düzgün yürümesinde liyakatin siyasadan daha önemli olduğundan, günümüzde “kaba solculuğun” artık aşılması gereğinden, İmamoğlu’nu yıpratmanın AKP’ye yarayacağından filan bahsettiler.

Bunların arasındaki “solculuğu sorgulanamaz” kesim, işi gücü bırakıp “TKP haklı çıkıyor” görüşünün yer yer dile getirilir olmasına karşı hançerelerini yırttılar. Onlar hiç değilse siyaset yapıyorlardı, gündeme müdahil oluyorlardı, TKP yanlışlanamaz doğruları söyleyip, ideolojik mevzide durmaktan başka ne yapıyordu ki? Onun bildiklerini onlar da biliyordu elbet, ama günümüzün koşulları ve Saray Rejimi ne olacaktı?

Öyle ya, “tek yol devrim”cilik, “sosyalizmden aşağısı kurtarmaz”cılık yanlışlanamazdı, ama güncel siyaset değildi ki bu! Şimdiye çözüm önermiyordu ki!

Kediler, fareler, renkler, Çin’dekinden beş beter bir bulamaca dönmüştü, ama bunun dışında durup bir netlik korumak isteyenler de, bu karmaşada yerlerini almazlarsa, “siyaset dışı” sayılacaklardı. Siyasette sistemler, sınıflar ve ideolojiler, Başkan İmamoğlu şahsında geçersizleşmişti.

Nitekim, yerel seçimin büyük beklentileri olan yaygın suç duyuruları, yolsuzluk açıklamaları, yiyici vakıfların arpalığının kesilmesi filan biraz bekleyebilirdi. İmamoğlu, devrimci duruma zemin hazırlamak için elbet bir taktik olarak Erdoğan’ın damadı Selçuk Bayraktar’a, vakıflara, cemaatlere karşı önyargılı olmadıkları teminatı verebilirdi…

Mükemmel manzara, değil mi?

Peki, bütün bunları, rahmetli anneannemin “göynüm bulanıyo” dediği gibi izlemekle yetinmeyecekler ne yapacak? Bu düzen içi kayıkçı dövüşünün dışına nasıl çıkılacak? “TKP haklı çıkıyor hep, ama daha erken, şimdi bugünün görevi…” sarmalını kırmadan, el bağlayıp durulacak mı? Bir başka zaman, bir başka seçimde, “TKP haklıymış” denilene kadar ne olacak?

TKP haklı çıkmak istemiyor ki. TKP haklı olanın iktidarı almasını istiyor.

Kazdağları’ndaki doğa ve insan katliamının sorumlusu, Kanadalı şirketten ibaret değildir, doğayı ve insanı tahrip eden, kapitalizmdir diyor. Kapitalizmin şu ya da bu yolla islah edilebilir, vazgeçirilebilir, insancıllaştırılabilir hiçbir yönü, hiçbir temsilcisi eliyle yoktur diyor. Doğayı katleden, kapitalizmin doğasıdır diyor. Özetle, bir Kazdağları sorunu bile ancak devrimin, emekçi iktidarının çözebileceği bir şeydir diyor. Dün Hasankeyf, bugün Kazdağları ve benzerleri, yarın başka adlar… Yani bu ülkenin, dünyanın, yeşilinin mavisinin kurtulması bile kapitalizmi yıkmaya mecbur.

Aaa, böyle siyaset mi olur? Bugün durduralım da… Evet bugün var gücümüzle durduralım, ama bugünden yarına da bakalım, insanlığın nihai kurtuluşunu belirsiz zamanlara terk etmeden, bugünden saflarını genişletelim.

Hayda, İBB’den Kazdağları’na nasıl geçtik? Dememiz o ki, hepsi bir bütünün parçalarıdır ve kedinin rengi önemlidir, cinsi önemlidir. Ve etkin ilaçlama diye bir şey de vardır.

Şöyle ki: Varsayalım, İmamoğlu bütün atamalardaki, vakıf ilişkilerindeki, şirket idarelerindeki “ufak gafları”ndan vazgeçti ve düzeltti, vaatlerini yerine getirmeye başladı. Varsayalım, Kazdağları’nda şirket engellendi, yeni lisanslara düzenlemeler getirildi. Çinliler gibi soralım: Bunlar iyi midir? Yanıtlayalım: İyidir.

Peki, şu “güncel siyaset dışı” soru ne olacak? Sermaye düzeninin, kapitalizmin ıslahı, yıkıcılığının durdurulması, böyle mümkün mü? Yoksul emekçinin filesi, hayatı, “geniş halk yığınları”nın geleceği ne âlemde? Ha, bunlar uzak geleceğin sorularıydı, erken oldu…

Ve gericiliği, dinselleşmeyi içermeyen bir İmamoğlu bahsi açabilmek de, parça bütüne tabidir gerçeğinin sonucu olsa gerek.