Huysuzuz, Uyumsuzuz

Gelin haklarını teslim edelim. Var bir illet edici, gıcık tarafımız. Uyumsuz, huysuz. Düğün halayının önünü kesen davetsiz halimiz. Ne yapsalar yaranılmaz bir küstahlığımız. Nifak gibi saldırganlığımız. Kabul edelim. Ya ne istediğimizi bilmiyoruz, ya domuzuna muhalifiz.

Haber eskiymiş, ama ben yeni duydum. 1941’de Naziler tarafından kurşuna dizilen 17 yaşındaki komünist direnişçi Guy Moque’nin ölümünden önce ailesine yazdığı mektubun, Fransa’da bütün okullarda zorunlu olarak okutulmasını istemiş Cumhurbaşkanı Sarkozy, Milli Eğitim Bakanı Darcos da bu yönde bir genelge yayınlamış. Faşizme karşı direnişi, sosyalizme inancı, işbirlikçilerden nefreti yansıtan satırların eğitim müfredatında yer almasına itiraz edenler arasında, komünistler de varmış! Hadi karşıtlar neyse de, genç komünistin adının verildiği okulda söz konusu mektubun okunması törenine katılmak üzere gelen Darcos’un önünü kesip yakasına yapışacak kadar öfkelenen yaşlı komünisti, bir türlü anlayamamışlar. Onun zoru neymiş ki?

Diyesiymiş ki bu yaşlı komünist, Moque’nin yaşamı pahasına mücadele ettiği şeylerin uygulayıcısı olan sizler, ne hakla, hangi yüzle onu sahiplenir, anısını kirletirsiniz! O mücadeleyi sildiğiniz bir tarihte, eski bir şarkıcıyı anma derekesine nasıl düşürürsünüz! Onu biz anarız, yoldaşça sizin ikiyüzlülükle suiistimal etmenize izin vermeyiz!

Gelin, kabul edelim. Var bir illet tarafımız, kadir bilmezliğimiz. Her alanda göze çarpabiliyor bu.

Sermayenin Türkiye’de kültür ortamını yozlaştırıcı, çökertici yapısından dem vurur, toplumu alıklaştırdığından, sanatla bağlarını koparmak zorunda bırakan bir hayata sürüklediğinden yakınırız. Tutar bankalar, holdingler, medya grupları kitaplar yayınlar, festivaller düzenler, konser salonunda, beyaz perdede, kitap raflarında arzı endam eder seçkin örneklerle, sanatçıları paraya boğar. Bu kez de, toplumun massedilişinin tehlikelerini dolarız dilimize. İdeolojik geri dönüşü olan bir hegemonyaya karşı uyarılar yayınlarız. Anlaşılır gibi değildir!

Bayrak gibi dalgalandırırız Nâzım Hikmet’i. Memleket hasretini, sevgisini sloganlaştırırız. Gün gelir, kendi beyanıyla “kanlarına susadığı düşmanlar”, önünde ceket iliklediklerini, ona haksızlık edildiğini düşündüklerini beyan ederler. Bankalar özenle yayınlar kitaplarını, doğum günlerini, ölüm yıldönümlerini sponsorlar etkinliklere para akıtarak kutlar, anar, siyasal iktidar mezarını yurda getirmekten söz eder, Meclis’te dizeleri okunur. Tamam işte, bir şair üzerinde toplumsal uzlaşı sağlanıyor derken tam, biz çıkar, “çekin elinizi!” deriz. Nedense bunu bir zafer olarak göremeyiz, hiddetleniriz. Ahmet Kaya derler olmaz, Cem Karaca derler yaranamazlar.

Che Guevara’yı alır dağ kovuklarından, metropollere taşırlar. Gençlere posterleri, tişörtleri, saatleri, birası, purosu pazarlanır. Reklam panolarından gülümsetirler. Bu yaygın sempati kazandırma işlemi, yıldızlı bereye, yele saçlara özendirme de kesmez bizi. Sizinle savaşırken öldürdünüz, şimdi imajını pazara düşürmenize sessiz kalamayız! Böyle deriz, huzuru bozarız. Bir türlü barışıp koklaşmaya ikna edilemeyiz.

Var var bir garip halimiz. Huysuzuz.

Yıllar yılı Asyatik bir despotizmin tezahürlerinden yakınır, hapishaneleri, işkenceleri, düşünce suçunu, pasaportları gündeme getirir, demokrasi mücadelesi veririz. Avrupa Birliği eliyle, bunlardan kurtulacağımız müjdesine, bir türlü olması gerektiği gibi alkış tutamayız herkesle birlikte de, bu nefes aldırıcı girişimi, kölelik ve sömürü mekanizması olarak tanımlar, karşısına dikiliriz. Mis gibi özgürlük hakkımız teslim edilir, biz elimizin tersiyle iteriz.

Kalıplaşmış, donmuş bir cumhuriyetin, elde edilen siyasal bağımsızlığı ortadan kaldıracak bir ekonomik bağımlılıkla at başı giderek sönümlenen bir başkaldırı sonrası sistemin karşısında, tarihsel aşma projesiyle durur, savaşırken, bu tıkanıklığı tespit eden güçlerin bu dönemin izlerini silme gayreti hâkim olmaya başladığında, “durdurun!” deyiveririz. Devletle kavganın temsilcileriyken, “devleti küçültme” projesinin perde arkasından söz etmeye başlarız, cumhuriyetin yıkıcılıkla tehdit edildiğinden, kuruluş felsefesinde tutamaklarımız olduğundan bahseden bir cephe açarız.

12 Eylül'ün zindanlarını, idamlarını, cinayetlerini, işkencelerini iliklerimizde hissetmişizdir, cuntayla boğazlaşmışızdır, aradan zaman geçer, bunlara karşı, darbelere karşı bir terennüm başlar meydanlarda, biz tutar, çıplak zorun önemi yok, tezahürleriyle hesaplaşalım, bugünkü izdüşümüyle, AKP iktidarıyla mücadeleyi eksene koyalım, yoksa eksik kalır deyiveririz. Yetinmez, tarihimizdeki bütün melanetlerin, kışlanın, "derin devlet"in kökünü kazımaya başlarlar elbirliğiyle, Ergenekon davaları göğsümüzü kabartmaz da, oradaki hinliği dilimize dolarız.

Sınırların anlamsızlığından, ulusların kendi kaderini tayininden, birleşmiş insanlıktan yola çıkan bir felsefemiz vardır, bunu anlatırız. Sınırlar yeniden tanımlanmaya başlar bir gün, yığınla halkın kendi devletini kurma hakkı tanınır ve teşvik edilir, ulusal olan ne varsa silinmeye, bir tektipliğe yol alış görülür, tek bir dilin hâkimiyetine kadar varır hatta bu gelişme, biz yine memnun olmayız. Bu kez kâh emperyalizmin atomizasyon planından, coğrafi ilhakından, kültürel hegemonyasından, kâh toplumsal yarılmalarla at oynatmasından, düşmanlık körüklemesinden filan bahsetmeye başlarız.

Bir illet durumumuz var var. Anlaşılır gibi değiliz.

Halepçe için az ağıt yakmamışızdır, kimyasallarla katliamı az lanetlememişizdir de, bir işgal gücü gelip buna son vereceğini, bir despottan halkı kurtaracağını söyleyip, dediğini de kanlı bir müdahaleyi göze alarak gerçekleştirdiğinde, karşısında bizi bulur. Muzaffer komutana ayakkabı fırlatanı alkışlarız. Hani, o komutanın askerlerinin sıktığı mermiyi öpüp başına koyanlar, kendilerine armağan edilmiş bir coğrafi bölgedeki egemenlik statüsüne kavuşma sevinci yaşayanlar, bizim de özgürlük istediğimiz kardeşlerimizdendiler, ne demeye coşkularına ortak olamayız?

Gelişmeler durmaz, topraklarımızda kardeşliğini savunduğumuz halkların arasındaki kanlı husumetin biteceği ilan edilir, barış görüş olanağı doğduğundan bahsedilir, bu yönde adımlar atıldığı kabullenilir. Talep ettiğimiz haklar da tanınacaktır! Bir genel iyimserlik, bir yerel bayram havası eserken, tutamayız dilimizi, büyük bir planın parçası gibi sözler ederiz. Uyarılarda bulunur, felaket tellallığı yaparız.

Anlamak zor bizi.

Bunlar gibi bir sürü noktadaki enteresan tavırlarımızı, her istediği gerçekleşiyorken, mızmızlanıp omuz silken çocuğa bakarcasına izleyen liberalin öfkesi haksız mı? Daha ne istiyorsunuz! Bunlara itirazınız varsa, siz kendi projenizin dışına çıkmış, gerici, milliyetçi, tutucu, antimarksist filan olmuşsunuz diye feryat ederken ve kendini bütün bunların destekçisi olmakla bir devrimin tanığı konumunda görürken, bizim verecek ne yanıtımız var?

Emperyalizm. Emekçi sınıf. Sınıf perspektifi. Tarihsel materyalizm. Diyalektik. Parçanın bütüne tabi oluşu. Olguya hükmeden elin niteliği. Kavramların adlandırma değil içerik oluşu. Bağımsızlık. Vesayet tanımama. Devrim. Sosyalizm.

Dünya ve ülke alt üst olurken, Manifesto’nun “her şey buharlaşıyor” dediği noktada ufuklar açılıyorken, papağan gibi bunları söyleyip duran bizleri sineye çekememekte haklılar. Tükürseler boğarlar üç-beşi ya, diken olup batıyoruz bir de etlerine, bir kıymık acısı veriyoruz. Daha kötüsü, anlam veremiyorlar, şaşırıyorlar.

Var bir oyunbozanlığımız. Sevmemekte haklılar. Niye böyleyiz? Niye kapılıp gidemiyoruz dalgalara, kendimizi akıntıya bırakamıyoruz, verilen nimete şükretmeyi bilmeyenlerdeniz?