GÖRÜŞ | 'Hafıza Odası' ve Diyarbakır: Yüzleşme mi, çürüme mi?

Bugün çözümü göstermeyen acının her temsili her paylaşım ve üretim alışmayı kolaylaştırıyor. Yani “unutursak kalbimiz kurusun” diyenlere bir tür kalp ilacı gibi

Özkan Öztaş

16 Ekim’de Diyarbakır’da açılan Ahmet Güneştekin’in “Hafıza Odası” adını taşıyan sergisi epeydir gündemde. Güneştekin’in 2012 yılından bu yana yaptığı üretimlerin ve çalışmaların bir birikimi olarak sergilenen çalışmalar, bir yandan övgü ve tebriklerle anılırken diğer yandan da protestolar ve tepkilerle karşılandı. Sanatçı Güneştekin’in birçok açıdan “büyük günahları” olduğu ifade edilse de hiçbir yorum ve eleştiri doğru zeminde durmuyor kanımca. Evet, Güneştekin’in eleştiriyi hak eden birçok yönü var, ancak sorun ne sadece açılışın davul zurnayla olması ne de temsil edilen tabutların rengarenk boyanmasından ibaret. Bu haliyle serginin bir ayağı havada, eleştiriler de mesnetsiz kalmış oluyor.

Ne olmuştu? Sergi neyi anlatıyor?

Sergi Kürt aydınları ve yazarları arasında övgünün yanı sıra sert tepkilerle de karşılanınca, birçok kişi Diyarbakır’daki temsili ile tanımış oldu çalışmayı. Halbuki serginin geçmişi biraz uzaklara, bundan yaklaşık 10 yıl öncesine dayanıyor.

Güneştekin, çalışmalarını genel olarak yakın tarihimizdeki sorunlara ve toplumsal çatışmaların üzerine inşa ettiğini belirtiyor. Toplumsal tarihimizin son yüz yılındaki kimi olaylar ve çatışmalar, katliamlar ve trajediler yer alıyor sergilerinde. İstanbul bienallerinden aşina olunan çalışmalar birçok kez yurt dışında da sergilendi.

Sergi alanı birkaç bölümden oluşuyor. Bu sefer Diyarbakır’ın Sur ilçesinde, hatta surların bir parçası olan Keçi Burcu’nda yer alan serginin öne çıkan temaları var. “Kayıp Alfabe” ile anadili sorunu, “Analar Duvarı” ile yakın zaman çatışmalarda ve hak arama mücadelelerinde kaybettiğimiz anneler, “Yoktunuz” ile Hendek Savaşları, “Çürüme” ile Roboski katliamı, “5 Nolu” ile de Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan işkenceler ve işlenen insanlık suçları üzerine dikkat çekiliyor.

Peki öyle mi?

Temsilin Diyarbakır ayağı protesto edilirken ifade edilenler genel olarak son günlerde sosyal medya paylaşımlarında ve eleştirilerinde yer alan şeyleri kapsıyor. Özetle sorunun özü şu “Sur yıkılırken, Roboski bombalanırken Ahmet Güneştekin neredeydi? Hafıza mekanına ihtiyacı olanlar Surlara baksın…”

Eleştiriler haklı bir feryadı gösteriyor. Ancak bu mevzunun içeriğini anlamak için yeterli değil. Esas ihtiyacımız eleştirilerin gerçeklikle bağının kurulmasıdır. Sorun biraz da hakikat ile kurulan ilişkidedir bir yanıyla.

Zira sorunun bu açıdan içeriğine baktığımız zaman sergiyi övenler ile yerenler ortak bir zeminde buluşuyor.

Sergiden ötesi: Yüzleşme, çürüme ve unutulanlar…

Güneştekin’in Yaşar Kemal’in "manevi oğlu" olarak bilinmesi her şeyden önce konuya sanat cephesinden bakanlar için öne çıkan gündemlerden. Çalışmalarının ve üretimlerinin gördüğü “ilgi” ise dikkate değer.

Ahmet Güneştekin’in yıllar önce yaptığı kimi çalışmaları intihalle suçlanmıştı. Pop-kültür açısından bazı Avrupa örnekleriyle mukayese edildiğinde tekrara düştüğü üzerinden de eleştirilmişti. Güneştekin’in sergilediği gösterişli ve heybetli kafa tasları “çağdaş sanatlar” mevzusunda tekrarı yaygın bir çalışmaydı örnek olsun. Amerika’da yaşayan İranlı sanatçı Hossein Edalatkhah’ın çalışmalarının neredeyse birebir temsili olduğu yönünde eleştirilmişti. Kuru kafa meselesinde de Jim Leedy ile ismi anılan Güneştekin, mevcut olanı “Doğu masalları” ile süsleyip sergilemekten öteye gidemediği üzerinden eleştiriliyor. Edebiyattaki örneği ise liberal sosa bulanmış, üretimlerin konusu ne olursa olsun Avrupa’daki basımlarında yer alan camii, İstanbul ve Osmanlı imgeleriyle bezenmiş kitaplardır.

Tüm bunlar bir yere kadar sanatçının tercihleri de olabilir. Ama esas sorun bu değil. Sorunun merkezide Ahmet Güneştekin’in üretimlerinde bir "öznenin" var olmayışı duruyor. Evet sergideki tüm temsillerde kötülük var, acılar var, çekilen çileler de var. Sokak ortasında cansız bedeniyle bekleyen Taybet Ana da var, evladının bir gün geri gelir umuduyla her cumartesi nöbet tutan Berfo Ana da. Anadilini konuşamayan çocuklar da var, bombalarla hayata veda eden Roboskililer de. Bu açıdan sergi için “tüm bunlar olurken neredeydin” sorusu eksiktir. Sanatçı bir yanıyla “buradayım” demektedir çünkü.

Öznesiz acılar

Esas soruna gelecek olursak... Sergide her şey var ancak kötünün, kötülüğün, zulmün ve acıların öznesi-faili yok. Ortada bir eleştiri de olmayınca türlü magazin ve medya ehliyle jet sosyete, cenaze tabutlarını bir defile alanına dönüştürebiliyor. Üstelik bu cesareti sadece serginin biçiminden değil, açılışında acının muhatabı olduğu düşünülen “muhalefetin" kol kola halay çekmesinden de alıyor.

Bugün, içine Kürt ulusal siyasetini de dahil ederek ifade ediyorum, genel olarak muhalefetin siyasette yaptığı neyse, Güneştekin’in de sanatta yaptığı odur. Hedefi, yani zulmün kaynağını silikleştirmek, görünmez hale gelmesini sağlamak, insanları acılarıyla baş başa bırakmak. Sonuç olarak sergiden sergiye ya da seçimden seçime acılarıyla yüzleşen bir halk kalıyor geriye.

Bugün sanatta performansı kutsayıp, anlamı ve özü hiçe sayan postmodern hezeyanın çıktılarından birisi bu değil mi? Aynı performansı başkası yapsa bu kadar eleştiri olmayacaktı belki de. Örnek olsun bugün kendilerinden halkın acılarına çareler, çözümler araması beklenen ve bu konudaki üretimleri gözlenen birçok Kürt siyasetçi her şeyi bir yana bırakıp “edebi ürünler” ortaya koymak yerine bu sergiyi açmış olsalardı, eleştiriler değişecek miydi? Korkarım evet.

“Sur yıkılırken neredeydin?” sorusu eksiktir. Zira Sur henüz yıkılıyorken, binlerce genç ölürken, Ahmet Güneştekin, yıkılan evlerden toplanan eşyalarla Diyarbakır’a bir anıt yapması için dönemin Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanları tarafından Diyarbakır’a davet edilmişti. Sergide adı geçen isimlerin, faili meçhullerle yaşamını kaybettiği yıllarda İçişleri Bakanlığı yapmış Meral Akşener’in sergiye çelenk yollaması tuhaf da Kürt siyasetinin önde gelen isminin “dışarıda olsaydım bir sabah kapısını çalar kahvaltıya giderdim” demesi mi normal? Ertuğrul Özkök’ün çektiği halaya hiç girmiyorum bile. Esas sorun neredeyse 20 yıldır Güneştekin’in her sergisinde boy gösteren bu şahsın Kürt kültürünü bu bahane ile güzellemesindedir. Yeni fark edenlere geçmiş olsun.

Kimler kimlerle beraber!

Açılışta görülen tüm tuhaflıklar muhalefetin “bağrınıza taş basın sandığa” gidin dediği renkli cümbüşün bir iz düşümüdür. Üstelik sergi, iktidarın Kürt sorununu inkâr ettiği bir dönemde değil, “ben bu sorunu çözdüm” dediği bir süreçte gerçekleşiyor. İktidar nezdinde sorunu çözmüş olmasının işaretlerinden birisi de Sur’da düne kadar yanından geçemediğimiz Keçi Burcu’nun, Hendek olaylarından sonra Diyarbakır halkıyla ilk kez bir etkinlikte buluşmasına bu serginin vesile olmasıdır. Dün, Sur yıkılırken nerede olduğu belli olmayan her kim varsa bugün Sur’da ucube evler yapılırken, hangi Kürt iş adamları semirdi sorusunun da muhatabıdır. Katıldıkları cenaze törenlerinde çimento kokusu gelir böylesi patronların.

Diyarbakır’daki STK’ların yoğun daveti ile sergiyi gerçekleştiren Güneştekin’in sponsoru da Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası. Düne kadar bu tüccarlar Zerzevan Kalesi’nde ve Hilar Mağaralarında Kürt sanatını ve kültürünü bir tür sosa bulayıp ticari olanla buluşturunca rahatsızlık duymayanlar bugün ne oldu da karşı çıkma ihtiyacı duydular? Ahmet Güneştekin’in Batman’daki bir sanat merkezine isminin verilmesi önerisine “kayyum belediyesinin yaptığı bir yapıtta adım geçmesin istiyorum” demesine karşın kendisini ikna eden HDP’nin Batmanlı yöneticileri değil midir?

Evet sorun tam olarak mevzunun sınıfsal özünde. Serginin estetik kabiliyetindeki yoksunluk da katılımcılarındaki çiğlik de buradan gelmektedir. Öznesiz sanatın ve siyasetin sonuna geldiğimiz bir süreçteyiz çünkü. Özne deyince de tabii ki emekçi halkı anlıyor ve burada ısrar ediyoruz. Madem Kürt sorununun çözümünde muhatap emekçi halktır, o zaman sanatın merkezinde de emekçi halk yer alacaktır. Bugün Ahmet Güneştekin’in, Halil Altındere’nin ya da Şener Özmen’in “Kürt sanatı” ya da temsiliyeti adına yaptıkları bundan ibarettir: insanları acılarıyla yüzleştirip çaresiz olduğunu hissedilmesini sağlamak. Buradan mücadele değil çürüme çıkıyor haliyle.

Yakın Kürt tarihinin Guernica’sı olarak tarif edenler bile olmuş sergiyi! Öyle olsaydı “bunu kim çizdi” sorusunun da bir cevabı olurdu değil mi? Ya da türlü rütbeli ya da rütbesiz askerin sergiyi gezerken bu kadar rahat olmaması beklenir. Ama ne utanacak ne de endişe edecekleri bir şey var sergide.

“5 Nolu” temsilinde sergilenen Diyarbakır Cezaevi bölümünde bir ses kaydı bekliyor olacak ziyaretçileri. Orada, cezaevinde Kürtçe konuşmak yasak olduğu için annesiyle konuşamayan Kamber Ateş’in o önemli “tiradı” yer alıyor.

“Nasılsın?-Nasılsın?”

Anne Türkçe bilmez, Kamber Kürtçe konuşamaz. Asker nezaretinde görüş saatinde ana oğul sadece bu iki kelimeyi tekrar eder dakikalarca. Görüşürler ama konuşamazlar. Bugün çözümü göstermeyen acının her temsili, her paylaşım ve üretim alışmayı kolaylaştırıyor. Yani “unutursak kalbimiz kurusun” diyenlere bir tür kalp ilacı gibi.

Tam da bu nedenle “Nasılsın?” sorusuna serginin cevabı nettir: iyiyim!

Yaşadığı acılarla bir başına bırakılmış ve hesap sormak için ne sergi ne de sandık bekleyecek sabrı kalmayan emekçiler ise öfkeli.