Nihayet Paris’te çarşının namusun kurtaracak bir uzman, bir aydın çıktı. İsmini de yazalım. Jean-François Pérouse. Pérouse yabancımız değil. 1999 yılından beri Türkiye’de yaşıyor.
14 Mayıs’ta Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci turu yapıldı. O turdan önce beklentimin seçimin ikinci tura kalması olduğunu yazmıştım.
Tıpkı o yazı gibi bunu da Cumartesi gününden yazıyorum. Siz bu satırları okurken “ahlarla, vahlarla” sonuç alınmış olacak büyük olasılıkla. Ne aritmetik ne de sosyolojik olarak açıklanamayacak bir tablo ile karşı karşıya kalacağız.
Bu hepimize çok uzun gelen seçim kampanyası boyunca elimden geldiğince Batı basınının ve sosyal medyada izlediğim yabancı uzmanların neler yazıp çizdiğini takip ettim. Bu bağlamda en çok da Fransızlara baktım. Genç yaşımdan beri kültürüne aşina olduğum, öğrenci olarak da diplomat olarak da uzun yıllar deneyimlediğim bir ülke olduğu için sanırım Fransa’ya öncelik verdim. Ne dünya eski dünya ne Fransa eski Fransa artık ama yine de sevdiğim ve anladığımı düşündüğüm bir uygarlık.
Konuyu dağıtacağım biraz. Geçenlerde bir Fransız filmi izledik eşimle. Orijinal adı “Délicieux”. Aslında bir Fransa-Belçika ortak yapımı. Devrimin hemen öncesinde Fransa’da geçiyor. Film mutfak üzerine gibi görünüyor ama değil. İddiasız, büyük ödülleri, ünlü oyuncuları filan da yok. Belki izleyen olur diye sonunu anlatmayacağım ancak bittiğinde sokağa fırlayıp mızrak ucuna takacak bir aristokrat kellesi arayasım geldi, o kadarını söyleyeyim. Benim sevdiğim Fransa bu dedim sonuç olarak. Dönelim tekrar “seçimler”e.
İlk tur öncesinde Fransız televizyonlarında, radyolarında uzun uzun tartışıldı Türkiye. Evet radyolarında tartışıldı. Fransa’da radyo önemlidir çünkü ve gündüz televizyon izlemek garipsenen bir alışkanlıktır. Her ne kadar şimdi Macron yönetimi tarafından ağır şekilde baskılansa ve kötürüm bırakılmaya çalışılsa da güçlü bir kamu yayıncılığı geleneği vardır. Fransa’da Türkiye’yi takip eden aydın, uzman ve gazetecilerin yanı sıra bir de Türkiye kökenli akademisyenler ve yazarlar var. Bunlar uzun uzun konuştular tartıştılar. Belli başlı bütün gazetelerde, hatta normalde uluslararası konulara çok bulaşmayan bölgesel gazetelerde bile Türkiye’deki seçimler ele alındı, doğru-yanlış analizler yayınlandı.
O sıradaki hâkim söylem, çok basitleştirerek özetliyorum, “Putin dostu Erdoğan’ın ilk kez seçimleri kaybetmeye bu kadar yakın olduğu, Türklerin otokratik yönetimden bıktığı, Kürtlerin de muhalefeti destekleyeceği” şeklindeydi. Fransa’nın entelektüel atmosferine egemen olan solumtrak liberal düşünce tarzı, seçimleri muhalefetin kazanmasının “Liberal demokrasi’nin illiberal sisteme küresel çapta atacağı bir gol” olacağı perspektifinden bakıyordu seçimlere.
Fransa’nın kurumsal olarak Dışişleri Bakanlığı’na bağlı olan uluslararası kamu kanalı France24 ise Türkiye’den verdiği haberlerde genelde dengeli bir dil tutturmuştu. Seçim kampanyasını yansıtırken, muhalefetin mitinglerini, söylemlerini de Akepe’ninkilerle birlikte aktarıyordu.
İlk tur tamamlandıktan sonra manzara birden değişti. “Adam kazanıyor” duygusu öne çıktı. Örnek olsun, Jean-Dominique Merchet gibi, jeopolitik konusunda saygın kabul edilen, özellikle de askeri konulara hâkim sayılan bir gazeteci şöyle özetleyebileceğim bir yazı kaleme aldı: “Erdoğan çok güçlü bir siyasetçi, seçim kazanmayı biliyor, bizim de bu gerçek tahtında onu Putin’e/Doğu’ya kaptırmamak için çaba göstermemiz gerekir.” Güzel. Merchet’nin satırlarının Fransa’daki karar vericilerin düşünce yapısını yansıttığını söylemek hatalı bir değerlendirme olmaz. Bunu bir kenara koyalım.
Le Monde gibi bir gazetede Erdoğan’ın “aldığı” oyların ülkenin zenginleşmesinin sonucu olduğundan dem vuran O. Bouquet imzalı bir makale dahi yayınlandı. Bouquet Akepe’nin bir mitingine gitmiş olmanın sağladığı büyük deneyim ve özgüvenle Türkiye’nin zenginleştiği konusunda uzman görüşünü bizlerle paylaşmış ve Erdoğan’ın “seçim zaferi”nin kodlarını çözmüş oldu.
Türkiye’yi takip ederken ülkenin kuruluşunun ve yüz yıl yaşamasının aslında tarihsel bir anomali olduğunu düşünen, bu çerçevede “Ermeni” veya “Kürt” sözcüğü kullanmadan Türkiye cümlesi kurmamayı tercih eden E. C. ve G. P. gibi uzman ya da gazeteciler ile bunlardan etkilenen daha deneyimsiz uzmanların bu kez Millet İttifakı’nın ikinci tur öncesinde ırkçı faşistlerin desteğini almaya yönelik manevralarına odaklandıklarını gördük. France 24 de rotayı bu yöne çevirdi. Seçimin hangi koşullarda gerçekleştiği, hile-hurda bir kenara bırakıldı.
Bu uzman ve gazetecilerin göçmenler konusundaki analizlerinde, Türklerin zaten hep aşırı milliyetçi oldukları, Ermenileri kestikleri, Kürtleri ezdikleri, bu yüzden de göçmenleri istemedikleri gibi müthiş sebep-sonuç ilişkileri kuran tespitlere denk geldim. Milliyetçilik sanki salt Türkiye topraklarında üreyen bir virüs tipiydi ve başka bir yerde bulunmadığı gibi burjuvazinin emekçi sınıfını sömürürken başvurduğu kullanışlı ve evrensel bir araç değildi.
Ne gariptir ki basında ve sosyal medyada biz seçimlerin gerçekleşme koşullarıyla hiçbir ilişkisi bulunmayan bu dehşetli analizlere maruz kalırken Fransa’da Macron yönetimi göçmen karşıtı yeni bir mevzuat hazırlığına girişmişti. Ülkenin sözde merkez sağ partisi LR ise o mevzuatı gevşek bulduğu için yeni ve daha da faşizan bir taslak açıklamıştı. Aşırı sağcı RN ise kenarda memnun seyrediyordu. Bu üç siyasi oluşumun oylarını topladığınızda Fransa’da seçmenin üçte ikisine ulaşıyoruz kolaylıkla. Son iki seçimdir aşırı sağın ikinci tura yükseldiği ve gücünü artırdığı Fransa’da, aşırı sağa karşı seçilen Macron ve geç doğmuş Mussolini kılıklı bir genel başkana sahip olmasına karşın neden hâlâ aşırı sağcı sayılamadığını anlamadığım LR göçmen düşmanlığında yarışırken Türkiye’ye göçmenler konusunda ahlak dersi verilmesi garipti.
Toplumsal belleğin ortalama 15 dakika ve okunan son dört satırla sınırlı olduğu bir iklimde bir parantez açıp sanki daha önce göçmenler üzerine hiç yazmamış, konuşmamış gibi birkaç noktayı hatırlatmak zorundayım ne yazık ki. Göçmen karşıtlığı kendi başına bir çukurdur. Cumhur ittifakına transfer olan eleman da onun şimdi Millet ittifakına yanlayan eski ortağı da insan içine bile çıkarılmamalıdır. Bu zorunlu kamu spotundan sonra yazıya dönelim.
Sanırım kimi konuları Fransız uzman ve gazetecilere anımsatmak gerekiyor. Türkiye’deki göçmen olgusu ile Fransa’daki veya Almanya’dakinin bir çok benzemeyen yanı var. Birincisi, 10 yıl gibi çok kısa bir süre içerisinde ülkeye alınan çok değişik hukuki kategorilere mensup milyonlardan söz ediyoruz. Avrupa’da bu süreç nereden baksanız en az 80 yıllık. İkincisi, Türkiye göçmenler geldiğinde bir refah devleti değildi. Avrupa göçmenleri davet ederken işgücü açığı vardı, Türkiye’de ise yüksek işsizlik. Üçüncüsü, örneğin Fransa’nın hiçbir şehrinde göçmenler beş yıl içinde bir vilayetin çoğunluk nüfusuna ulaşmadılar. Dördüncüsü ne Fransa’da ne başka bir Avrupa ülkesinde bu kadar süratle vatandaşlık kazanıp otoriter bir iktidarın oy depolarına dönüştürülmediler. Daha birçok farklılık sayılabilir ama burada duralım.
Asıl değinmek istediğim konu başka çünkü. Bu gazeteci ve uzmanlar ilk tur sonrasında tahlillerini yaparken çok önemli bir konuyu bilerek ya da bilmeyerek atladılar. 14 Mayıs’ta yaşadığımız ve 28 Mayıs’ta yaşadığımız “seçim”in hiçbir yönüyle adil ve eşit bir yarış olmadığını. Kamu kaynaklarıyla hazırlanan sahte video, afiş, broşürlerle yürütülen herhangi bir ülkede açık hakaret ve iftira suçu oluşturacak, faillerin bir daha muhtar bile olamayacakları bir kampanyaya da neredeyse hiç değinmediler. İkinci turda “yarışan” iki adaydan birinin Anayasa’ya açıkça aykırı olarak seçime katıldığını bilmezden geldiler. Neden? Belki de oryantalizm virüsünden kurtulamadıkları ve “Türkiye zaten buna lâyıktır ve anca böyle seçim yapabilir” diye düşündüklerinden.
Derken nihayet Paris’te çarşının namusun kurtaracak bir uzman, bir aydın çıktı. İsmini de yazalım. Jean-François Pérouse. Pérouse yabancımız değil. 1999 yılından beri Türkiye’de yaşıyor. Bütün meslek hayatı Türkiye üzerine. Türkçe biliyor. Çomarlara bakarsan tipik casus yani! İletişim yayınlarından çıkmış “İstanbul’la Yüzleşme Denemeleri” adında bir kitabı var.
Pérouse 27 Mayıs tarihli Le Monde gazetesinde yayınlanan makalesinde çok özet olarak şunları yazdı:
- Kampanya olanaklarının alabildiğine eşitsiz kullanıldığı, muhalefetin kimi kesimlerine ağır darbeler indirildiği bir seçim sonuçlarından hareketle siyasi değerlendirme yapılamaz.
- Onbinlerce muhalefet oyunun çeşitli yöntemlerle iktidara hanesine yazıldığı, 30 bine yakın sandığın muhalefet gözlemcilerinin denetiminden kaçırıldığı ortada.
- Güvenlik güçlerinin özellikle Doğu bölgelerindeki varlığı sonuçların güvenilirliği bakımından kuşku verici.
- Seçmen sayısındaki anormal artış seçmen listelerinin hangi kriterlere göre hazırlandığı konusunda soru işaretleri yaratıyor.
- Seçimlerin düzenlenmesi ve kampanyanın yürütülmesi hiçbir şekilde demokratik olarak nitelenemez.
- Ülkenin zenginleştiği konusundaki analizleri doğrulayan tek bir veri bile yok. Türk lirasının değer kaybı başlı başına tersinin göstergesi. Hane halkı borçlanması, eğitim sistemi, her türlü eşitsizlikteki artış gözler önünde.
- Akepe’nin bütün başarısı gerçekleri inkâr amacıyla oluşturduğu iletişim kapasitesine dayanıyor. Bunun için oluşturulmuş ve sınırsız bütçe verilmiş İletişim Başkanlığı bir trol ordusuyla yerine göre zafer yerine göre mağduriyet duygusu oluşturarak kalabalıkları yönlendiriyor.
- Yoksullaştıran ekonomik düzende yapısal reformlara yönelmek yerine yoksulluğu doğal bir olgu olarak kabule zorlanan kesimlere parti-devlet denetiminde yürütülen bir yardım mekanizması kurulu.
- İstikrar söylemi aslında bir iktidar değişikliği durumunda o yardım mekanizmasının devamı konusunda halkın aklında yaratılan soru işaretlerine dayandırılıyor.
- Deprem bölgesi de dahil her türlü yardım iktidar partisine mensubiyet veya destek esasına bağlanıyor.
- Sonuç olarak seçim sonuçlarında etkili olan büyüklük, şanlı tarih, milliyetçilik söylemlerinin ötesinde, yukarıda sayılan unsurlardır.
Uzun bir özet oldu ama Paris’teki çarşının namusu benim için önemliydi. Benim sevdiğim Fransa’nın daha ölmediğini gösterdiği için Pérouse’a teşekkür edip yazıma devam ediyorum.
Hepimiz biliyoruz ki, burjuva düzeninde zaten tam anlamıyla adil seçim olamaz. Bu düzende bir kişi eşittir bir oy değil, bir lira eşittir bir oy ilkesi geçerlidir. Parayı bastıran düdüğü de seçimi de çalabilir. Bu Fransa’da da geçerlidir, Almanya’da da ABD’de de. Mali kaynaklar ve seçim sistemi seçimin sonucunu etkiler, şu veya bu biçimde seçmen iradesinin önce özgürce oluşmasını sonra da özgürce yansımasını engeller. Bunlar tamam. Türkiye'de bu olgulardan azade bir seçim yapmadı hiçbir zaman. Bunun ötesinde Batı ülkelerinde az rastlanan hoyratlıkta müdahaleler de yaygın şekilde yaşandı. Baraj kondu, kimi partilere seçime girme yasağı getirildi, ölülere oy kullandırıldı, sandıklar önceden dolduruldu, oylar çöplüklerden toplandı vs.. Yani seçim hilesi seçimlerin her zaman bir parçası oldu.
Bununla birlikte, 14 Mayıs’ta bazı seçim hileleri yapıldığını söylemek Anglo-Saksonlar’ın deyişiyle bir “understatement” olacaktır. Tarihte, bu kadar gayrimeşru yöntemin bir arada kullanıldığı bir başka seçim örneği bulmakta zorlanabilirsiniz. Akepe düzeni sürdükçe bundan daha adilini beklemek için bir neden yoktur. Aksine bu sistemi daha da mükemmelleştireceklerdir. Karşılarındaki burjuva muhalefeti de bunu bile bile “bir dahaki seçime kesin iktidarız” palavrasıyla halkı evinde oturtmak için elinden geleni yapacaktır.
Türkiye Komünist Partisi bu iktidara karşı 2002 yılında başlattığı mücadeleye hiç ara vermedi. Kanmadı, kandırmadı, yetmez ama evet demedi, entel-dantel kategorisine girmedi. 29 Mayıs ve izleyen günlerde de bu çizgiden sapmayacaktır. Laiklik, anti-emperyalizm ve kamuculuk ilkelerinden ödün vermeden örgütlenmeyi ve doğruları anlatmayı sürdürecektir. O arada Fransa’ya da dünyanın geriye kalanına da Türkiye’nin kadın, erkek ve çocuk emekçilerinin hak ettiği düzenin bu olmadığını da Cumhuriyetin tarihin bir hatası değil, daha güzel günlere yükselmenin bir basamağı olduğunu gösterecektir.