Ülke siyasal İslamcı bir otokratı ve küstahlığı bir siyaset tarzı haline getiren kadrosunu iktidardan indirmeye ilk kez bu kadar yakın. Eğer başarılabilirse küresel yankıları da olacak.

Yurtta seçim, dünyada bekleyiş

Genellikle yazılarımı yayınlanmadan kısa süre önce kaleme almaya çalışıyorum gündemin gerisinde kalmama kaygısıyla ama bu kez durum farklı. Pazar günü bütün ülke için olduğu gibi benim için de yok yoğun geçecek. Oyumu İstanbul’da kullanacak sonra Biga’ya gidip partimin görevlendirdiği bir yerde seçim müşahitliği yapacağım. 

Siz 13 Mayıs Cumartesi günü yazdığım bu yazıyı 15 Mayıs Pazartesi’nin ilk saatlerinde okurken büyük olasılıkla seçimlerin sonuçları belirlenmiş, siyasi tablo netleşmiş olacak. Elbette içinde bulunduğumuz ortamda bu olumlu senaryo. Bunun alternatifi sizin bu satırları okumanızı sağlayacak bir internet hizmetine erişemediğiniz bir durum. Dileyelim ki o alternatif gerçekleşmesin de sevinecek miyiz, düşünecek miyiz, üzülecek miyiz bilelim.

Seçimler önemli. Türkiye’de belki birçok ülkeden daha önemli. Zira 12 Eylül’ün bizlere zehirli hediyesi olan baskıcı siyasal rejim yurttaşlara yalnızca sandık başında sisteme müdahale hakkı tanıyor. O da alabildiğine kısıtlı bir hak. Barajı var, örgütlenme ve propaganda  engeli var, şusu var, busu var. Yine de birkaç yılda bir önüne bir sandığın konması, özellikle sandığın sonuçlarının geçerli sayılması Türkiye’de yaşayanlar açısından hayati önem taşıyor. Yurttaşın insan yerine konduğu izlenimini aldığı nadir anlardan biri. Darbeci paşalar bile ilk fırsatta ortaya kör topal bir sandık koyup buradan meşruiyet devşirme derdine düşüyorlar. Halk en pis kokan ürünleri bile ancak sandık ambalajıyla kabul ediyor. Bu yüzden de kimi entelektüel sanatçı görünümlü salakların solcu taklidi yapma gayretiyle ortaya attıkları boykot goygoyuna prim verecek halimiz yok. 

Benim net anımsadığım ilk seçimler Haziran 1977’dekiler. “Umudumuz Ecevit” seçimleri. Öncesini de sonrasını da genel hatlarıyla hatırlıyorum. Öncesindeki umut, sonrasındaki düş kırıklığı. O gün başka bir Türkiye vardı elbette. Çamura yatmaya bu kadar eğilimli bir iktidar yapısı da yoktu. Yine de 1977’den çıkartılması gereken ilk ders bir seçimin yapılmadan kazanılmasının mümkün olmadığı. O nedenle köpürtülen bu peşin coşku havasından uzak durmaya çalışıyorum. 

Ülke siyasal İslamcı bir otokratı ve küstahlığı bir siyaset tarzı haline getiren kadrosunu iktidardan indirmeye ilk kez bu kadar yakın. Bu tek başına iyi bir şey. Eğer başarılabilirse küresel yankıları da olacak. Gönderilenlerin yerini alacakların görece daha az çalacakları ve emeğin hakkı için mücadele edenlere yönelik şiddetin dozunu hiç değilse bir süre azaltacakları da tahmine müsait. Bu da kötü sayılmaz. Millet ittifakının vaatlerinden biri olan barajın yüzde 3’e indirilmesi de -şayet yerine getirilirse- emekçinin sesini duyurmak için siyaset yapan partim TKP gibi oluşumlar için yeni olanaklar anlamına geliyor. Bunu da küçümsemem. 

Küresel yankılar demiştik. Elimden geldiğince izliyorum dünyanın bu seçimlere bakışını. Batıdan başlayalım. Bu köşede kaç kere yazdığımı saymadım başta Avrupa olmak üzere uluslararası sermayenin Akepe’den memnuniyetini ve gerekçelerini. Buna karşılık sürdürülebilirlik sermaye için en az yüksek kâr oranları kadar önemli. Pazar günü Türkiye’de iki seçenek yarışacak. Yıpranmış, fiziki ve ruhsal sağlığı tartışmalı hale gelmiş bir lidere dayanan, deyim yerindeyse sallantıda tek bacaklı bir sisteme karşı, çok bacaklı, görünüşte yeni, başka bir deyişle ülkenin çoğunluğunu oluşturan emekçi kitleler nezdinde en azından bir süre için belirli bir krediye sahip olacak bir yapı. Üstelik bu yapının Batı yanlılığı diğerine göre daha somut ve elle tutulur. Körün istediği bir göz, Millet İttifakı’nda nereden baksan bir düzine var. Bu nedenle Erdoğan’ın devre dışı kalması ve burjuvazinin nöbeti Millet İttifakı’na devretmesi senaryosunun Batı’yı hiç ürkütmediğinden eminim. Bu öze ek olarak bir de işin şekil kısmı var. 

İzleyenler bilirler, Batı’da bir süredir, özellikle de Ukrayna-Rusya savaşı başladığından beri bir “liberal-illiberal rejim” anlatısı yineleniyor.  Bu “illiberal” yani liberal olmayan rejim meselesi kimi örneklerde rekabetçi otoriterlik gibi garip deyimlerle de ele alınıyor. Macaristan’da Orban, Türkiye’de Erdoğan bu tip “hibrit” rejimleri sürükleyen liderlerin önde gelen misalleri olarak gösteriliyor. İçinde kimi somut olgular barındırmakla birlikte bu aslında son derece yüzeysel bir ayrım. Malum Orban’ın Macaristan’ı, dünyada demokrasinin simgesi olarak pazarlanan AB’nin üyesi, Erdoğan’ın Türkiye ise “Demokrasinin kaslı kolu” diye tanımlanan NATO’nun. Özde ucuz bir palavra ama bir çok palavra gibi alıcısı ve satıcısı çok. Bu yüzden de Türkiye’deki seçimlerin sonucunun iki yapay kamptan birinin galibiyet hanesine yazılması ve Batı’nın propaganda faaliyetine malzeme oluşturması söz konusu. 

Diğer yandan Orta-Doğu’dan Erdoğan’a yönelik destek açıklamaları geliyor. Birincisi Taliban rejiminden. Bunu yadırgamıyoruz zira duyguların ve düşüncelerin karşılıklı olduğunu biliyoruz. Keza aynı bölgeden 55 kadar şeyhin Erdoğan’a oy verme çağrısı var. Şu noktanın altını çizelim. Taliban dışındaki “İslami” aktörler bir devleti temsil etmiyorlar. Bölgeden söz edince Suriye’yi atlamak olmaz. Esat her ne kadar benim için fark etmez tarzında demeçler verse de Akepe liderinin arkasından gözyaşı dökeceğini beklememek gerek. Esat kuşkusuz yeni iktidarın ikili ilişkilerde ani bir baharla eşdeğer olmayacağını da biliyor. Elimde somut bir veri yok ama Türkiye’nin komşularından İran’ın rejimin yaşadığı meşruiyet sıkıntılarından kaynaklanan sebeplerle biraz daha tedirgin olabileceğini tahmin ediyorum. Mısır yönetici sınıfına hâkim duygunun da Suriye’den farklı olduğunu düşünmüyorum. 

Doğu komşumuz Azerbaycan ve Ermenistan’da durum nasıl? Azerbaycan rejiminin 1) “kötü örnek, örnek olur mu?” kaygısı taşıdığından, 2) “Karabağ süreci nasıl etkilenir?” derdinde olduğundan eminim. Bakü dolaylarında birilerine ulaşır belki düşüncesiyle  kendi görüşümü yazayım: 1) Umarım olur 2) Karabağ konusundaki destekte değişiklik olmaz. Takip ettiğim Ermeni yazarlarda da bir yandan ilave bir yumuşama beklentisi, bir yandan da Millet ittifakındaki “modern milliyetçi” damardan çekinme hissi hâkim gibi. 

Kuzey’de Rusya. Bu konuda ne düşündüğümü sosyal medyada ifade ettim ama bu yazı seçim sonuçları belli olduktan sonra yayınlanacağı için bir kez daha özetleyeyim. Kılıçdaroğlu’nun çıkışını zamansız, gereksiz ve acemice buldum. Rusya’nın Türkiye’de sadık bir iş ortağını yitirmekten çok hoşlanmayacağı açık. Ben bilişim alanında cahilim. Müdahale ederler, etmezler, ne kadar etkili olur bilemem. ABD’ndeki seçimlerde gündeme gelen müdahale suçlamalarının çok da temellendirilebildiği izlenimini almadım. Buna karşılık diplomatik alanda, örneğin Suriye bağlamında Erdoğan lehine yoğun bir çaba gösterdiklerini düşünüyorum. Şunu da bilirim: Rusya’nın diplomatik birikimi kim kazanırsa kazansın ikili ilişkileri makul bir zeminde tutmaya yeter. Türkiye’deki hiçbir iktidar da başta Karadeniz ve Montrö meselesi olmak üzere gerek dış politikada gerek ticari işbirliğinde Rusya’yla kavgaya girişecek kadar beyinsizce davranamaz.

Bir de yeni gelmişken şunu hatırlatalım: Cumhuriyet gazetesinde az önce okuduğum bir habere göre Google’ın arama sonuçları yüzde 81 oranında Akepe medyasının “ürünlerine” yönlendiriyormuş arama yapanları. Bunların içinde Millet İttfakı’nı terör örgütleriyle bağlantılı gösteren montajlı videolar da varmış. Şimdi Kılıçdaroğlu bunun için de başka “dostlarına” tweet atar mı dersiniz? Google ne şirketi? Ya da seçim kampanyasına balıklama dalan ve iktidarla sansür pazarlığı yürüten  Twitter’ın patronu Elon Musk nereli? Rostov-na-Donu’nun içinden mi? Bu satırların düzenli okurları bilirler ki Putin rejimine hiçbir sempati beslemediğim gibi bizim mahalledeki kimi yoldaşlardan da hafif yollu uyarılar alırım sürekli “Rusya’nın anti-emperyalist kavgasına” yeterince destek vermediğim gerekçesiyle. Yalnız Batıdan gelen rüzgarla çalınan zurna burada cidden zırt diyor. Seçimlere Rusya karışmış ama başkası karışmamış öyle mi? Toparlayalım dağılmadan.

29 yıl iyi kötü diplomatlık yaptım. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana izlediği dış politikaya dair belirli bir bilgim var. Kılıçdaroğlu’nun çıkışı iç politik olarak alkış toplamış olabilir ama diplomatik olarak ofsayttır. Şöyle bir örnek vereyim. Dışişleri Bakanlığı giriş sınavının Türkçe veya yabancı dilde kompozisyon bölümünde böyle bir konu verilse ve ne yapılması gerekir mealinde bir soruya yanıt istense, ‘Kuzey komşuya Twitter’dan ayar çekerim” yanıtı veren aday o sınavı geçemez. Geçiyorsa bir yerlerden sağlam torpil bulmuştur. İnanmıyorsanız Davutoğlu’na sorun! Bu konuda sağlam sicili var.

Türkiye seçimlerinin etkisi bağlamında Kıbrıs’tan söz etmesem olmaz. Kuzey’de, Akepe’nin yobazlık soslu kimlik tahribi ve rant ödüllü ilhak siyasetinin yerli işbirlikçilerinin dışında, elle tutulur somutlukta bir değişim umudu var. Olur da Akepe’ye çıkışı verilirse, Lefkoşa’daki Osmanpaşa Caddesi’nde uzun araç konvoylarıyla coşkulu kutlamalar yapıldığını göreceğiz. Umarım daha önce olduğu gibi kısa bir süre sonra “yavruvatan” retoriğine geri dönüldüğünü görüp yine düş kırıklığı yaşamazlar. Adanın bütününü ilgilendiren bir konu olarak müzakere süreci canlanır mı? Öncelikli bir mesele olacağını sanmam.

Evimize geri dönelim. Yaratılan bütün iyimserliğe karşın ben Pazartesi günü 28 Mayıs diye bir tarihin daha hayatımıza gireceğinden çekiniyorum. Dilerim yanılırım. Erdoğan’ın olağan koşullarda ikinci turda kazanabileceğini düşündüğümden değil, 1) olağan koşullar kavramının uzun süredir unutulduğu bir ülkede yaşadığımdan 2) seçim kampanyası diye beynimizi şişiren bu çirkinlik sağanağına daha fazla maruz kalmak istemediğimden. 

İlk turda bitsin ki gündelik yaşantımıza, daha açık bir deyişle sömürünün, gericiliğin ve emperyalizmin olmadığı bir düzen kurmaya, kurulu düzenin çirkefliğine değil çarpık özüne karşı mücadelemizi daha da yükseltebilelim.