Peker aslında bize Türk sağının ne olduğunu, ülkeye neler yaptığını, içinde yaşadığımız durumun esas sorumlusunu hatırlatıyor.

Bütün yollar sağa çıkıyor

Ezberlenmiş bir şekilde ve sürekli olarak “özü itibariyle sağcı” olduğu iddia edilen bir toplumda ve yakın tarihine antikomünizmin damga vurduğu bir ülkede, sağcıların kendilerinden adıyla sanıyla “sağcı” diye bahsedememesi müthiş bir ironidir. 

Türkiye’de sağ siyaset her daim geçer akçedir; güce, paraya, ranta ulaşmanın en kısa yoludur ama aynı Türkiye’de sağcı bir siyasetçinin ya da sağcı bir akademisyenin, yazarın, gazetecinin kendisine doğrudan “sağcıyım” demesi pek rastlanan bir şey değildir.  

Türkiye’de sağcılar kendilerine sağcı demez; “ülkücü”, “milliyetçi”, “muhafazakâr” ya da “İslamcı” der. Merkez sağ siyasetçiler bile tarihsel olarak kendilerinden “sağcı” diye söz etmemeyi tercih ederler. Hatta bunun da ötesinde, ülkücüler ülkücülüğün, İslamcılar da İslamcılığın sağcılık olmadığını, sağ ve sol dışında “üçüncü bir yol” olduğunu iddia ederler. 

Sedat Peker de bir ülkücü olarak benzer bir iddiada bulunuyor. Kendisinin de müsebbiplerinden biri olduğu günümüz Türkiye’sinin çürümüşlüğüne dair ifşaatlarının arasında, solcu bir babanın oğlu olduğunu ama kendisinin sağ-sol gibi kavramları kabul etmediğini, bunları yanlış bulduğunu söyledikten hemen sonra, gayet “samimi” bir şekilde ülkücü olduğunu belirtiyor, “Türk birliği”nden ve “Turan’ı kurmak”tan söz ediyor.

“Samimi” sözcüğünü bilerek kullandım. Çünkü solculuğa dair bir şeyler bildiğini her konuşmasında izleyenlere hissettirmeye çalışan Peker, muhtemelen ülkücülüğe de kendisine de sağcılığı konduramıyor, bunları birbiriyle ve kendisiyle ilişkilendiremiyor. Oysa Peker de, hem kendinden sağcı diye bahsedemeyen sağcılar gibi, hem de “sağ-sol bitti, artık böyle şeyler yok” diyen mahcup sağcılar gibi tipik bir sağcı. 

Kendisi belki içselleştirdiği için farkında olmayabilir ama her ne kadar ağzı iyi laf yapsa ve zaman zaman farklı isimlere referanslarda bulunsa da, neticede söyleminin ana omurgasını bütünüyle Türk sağının ama özellikle ülkücülüğün klişeleri oluşturuyor. 

Devlet tapıncı ve ona toz kondurmama, kendinde devleti “iç ve dış düşmanlara karşı koruma” misyonu görme, yani “kurşun atıp kurşun yeme”, hamasi bir milliyetçilik, tüm Türkleri çatısı altında toplayacak bir devletin, yani Turan hayalinin beslediği emperyal hevesler vs. Peker’in konuşmalarının ideolojik arka planında yer alıyor. 

Peker, tıpkı kendisinin bir sağcı olduğunun farkında olmaması gibi, anlattığı o çürüme hikâyesinin yazarının bizzat kendisinin de bir parçasını teşkil ettiği Türk sağı olduğunun da farkında değil. Ya da kim bilir, birçok sağcı gibi, farkında değilmiş numarası yapıyor. 

Ülke ya da dünya tarihinden “hakiki”, “sahici”, “delikanlı” örnekler vermek zorunda kaldığında bir tür çaresizlikle hep soldan isimlere başvurmak zorunda kalmasındaki ironiyi de not ederek söyleyecek olursak, Peker aslında bize Türk sağının ne olduğunu, ülkeye neler yaptığını, içinde yaşadığımız durumun esas sorumlusunu hatırlatıyor. Adını andığı kişiler de olaylar da Türk sağının tarihine yerleştirildiğinde bir anlam kazanıyor. 

İşte Soylu. Aileden merkez sağcı. Doğru Yol Partisi’nin gençlik kollarında başlayan bir siyasi kariyer. DYP’nin Demokrat Parti adını alarak girdiği 2007 seçimlerindeki başarısızlığın ardından Ağar’ın istifa edişi ve partinin başına geçiş, başarısızlıklar sonrasında genel başkanlıktan istifa ediş ve “tekrar genel başkanlığa aday” olmayacağım demesine rağmen yeniden aday oluş, yenilgi ve 2010 yılında Cindoruk başkanlığındaki parti yönetimi tarafından, referandumda “evet” için çalıştığı için partiden ihraç ediliş…

Sonrasında, hakkında söylediklerini hiç söylememiş gibi 2012 yılında AKP’ye geçiş, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından İçişleri Bakanlığı’na atanma ve o günden beri de sağcılığın bütün klişeleriyle, hamaset edebiyatıyla ve adeta bir “şef” edasıyla yürütülen bakanlık görevi ve şimdilerde Peker’in kendisi hakkında öne sürdüğü bütün o iddialar… 

İşte Ağar. Emniyet Müdürlüğü’nden valiliğe ve oradan da İçişleri Bakanlığı’na uzanan bir kariyer. 90’lı yılların kirli savaş karanlığında yapılan “bin operasyon”, yargısız infazlar, faili meçhuller, Susurluk kazasında ortaya saçılan kirli ilişkiler, 12 Eylül öncesinin eli kanlı iki isminden Çatlı’yla ahbaplık ve Kırcı’nın nikâh şahitliği, Korkut Eken ve İbrahim Şahin gibi özel harekâtçılar, sahte pasaportlar, kayıp silahlar, Ömer Lütfi Topal Cinayeti, Gazi katliamı…

Sonrasında DYP Genel Başkanlığı ve partinin adının Demokrat Parti’ye çevrilmesi, 2007 seçimleri öncesi tam da Fethullahçı çetenin 2008’de başlatacağı operasyonlara mükemmel bir zemin yaratacak şekilde DYP-ANAP birleşmesinin önlenmesi ve baraj altı kalınması neticesinde vekillikleri AKP’nin toplaması…

İşte Fethullah Gülen. Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde başlayan bir siyasi kariyer. Antikomünizm adına İslamcılığa ve tarikatlara açılan alanı son derece başarılı bir şekilde kullanma ve “sızıntı” stratejisiyle adım adım devlette kadrolaşma. 2002 sonrası gayri resmi koalisyon ortağı haline geliş.  2008’den itibaren rejim değişikliği operasyonları ve 2010 referandumuyla yargının tamamen ele geçirilmesi... 

Sonrasında, Fidan’a yönelik operasyonla açığa çıkan devleti paylaşma kavgası, emniyet-yargı entegre gücü kullanılarak yapılan 17-25 Aralık Operasyonları ve nihayetinde, kendisini “laikliğin bekçisi” olarak sunan ordunun sol düşmanlığı adına bir cemaate nasıl teslim edildiğini ve o cemaatin neler yapabileceğini gösteren 15 Temmuz darbe girişimi. 

Tüm bu anlattıklarıma, yakın zamanlardan bir sürü görüntü eklenebilir: Peker’in bir eliyle Rabia bir eliyle bozkurt işareti yaparak, “bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalayan akademisyenlerin kanında duş almaktan söz ettiği mitingler, Kılıçdaroğlu’na yönelik Çubuk’taki linç girişimi, Bahçeli’nin Çakıcı’yla verdiği pozlar ve nihayetinde çıkartılan “Çakıcı affı”, Ağar’ın “biz olmasak mafya çökerdi” dediği marinada Çakıcı’yla, Korkut Eken’le ve eski asker ve MHP milletvekili Engin Alan’la verdiği fotoğraf, “pudra şekeri” partileri, açılışı dualarla yapılan Çiftlik Bank ya da yeğen kontenjanından bakanla poz veren Thodexçi… 

Daha fazlası da yeterli ama anlaşılıyor olmalı: Çürüme manzaralarından müteşekkil bu tablo ülkücülüğüyle, muhafazakârlığıyla, siyasal İslamcılığıyla Türk sağının “iftiharla sunduğu” başyapıtıdır. Bugünkü Türkiye, sol düşmanlığından beslenen bir zihniyetin doğrudan ve doğrudan ürünüdür; mafyayı, çeteyi, tarikatı, yolsuzluğu, hırsızlığı bu zihniyet yaratmakta, korumakta ve kollamaktadır.  

O halde çözüm de bellidir: Eğer bu tabloya sahici bir şekilde itiraz edilmek isteniyorsa, itiraz doğrudan bu tablonun yaratıcılarına, bu zihniyete yönelik olmalıdır. 

Yapılması gereken, siyasetiyle, kültürüyle, ahlakıyla ve “değer” diye sunduklarının hepsiyle sağcılığın bir bütün olarak, topyekûn ve radikal bir şekilde reddedilmesidir, hakiki bir çıkış aranıyorsa çıkış tam olarak buradadır.