Evrim müfredatta yok, tiyatroda var

“En Gerçek Masal” isimli çocuk tiyatrosunun prömiyeri geçtiğimiz hafta Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde yapıldı. Oyunun yazarı Tuluğ Ünlütürk ve yönetmeni Gözde Demirtaş'la oyunun amacı, içeriği ve sanatsal biçimi üzerine sohbet ettik.

Nevzat Evrim Önal

Merhaba. Dilerseniz oyununuzun ismiyle başlayalım sohbetimize. Açıkçası bana Richard Dawkins’in “Gerçeğin Büyüsü” kitabını çağrıştırdı. Gerçek olanın ilginçliği ile masalların büyüleyiciliğini çarpıştıran bir tarafı var gibi geldi eserinizin. Ne dersiniz?

Tuluğ: Aslında bu yeni söylediğimiz bir şey değil. Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde (NHKM) yürüttüğümüz çocuklar için evrim/bilim atölyeleri esnasında da sıkça dile getirdiğimiz bir şeydi. Yaşadığımız gezegenin ve canlılığın gerçek öyküsü büyük, ilginç ve etkileyici. Üstelik bitmeyen bir öykü bu. Bu yüzden aslında çocuklar için olduğu kadar yetişkinler için de merak uyandırıcı ve heyecanlı.

Diğer yandan, bir edebi tür olarak masal büyük bir kültürel birikimi yansıtıyor olsa da, bugün çocuklara anlatılan “senaryolar” masum peri masalları değiller. Hele bilimsel eğitim alma şansından yoksun, muhakeme/sorgulama konusunda işi şansa kalmış nesillerin yetiştiği bir ülkede... Bir dizi başka duygu ve dürtü, örneğin arzularının göz açıp kapayana kadar gerçekleşmesini istemek, örneğin kolay takdir edilmek, az emek harcayıp büyük sonuçlar elde etmek... bunlar merakın, öğrenmenin ve gerçeklerin yerini çok kolay dolduruyor. Bu yüzden çocukların büyülü bir dünyanın öykülerinden önce gerçeklerden heyecan duymayı öğrenmeleri için çalışıyoruz. “Gerçek” derken, çok ağır ve yetişkinler için bile kavranması zor bir toplumsal düzende yaşıyoruz. Bir çocuğun bu düzenin dayattığından daha gerçek bir yaşamın varlığını, muhakemeyi, sorgulamayı her şeyden önce öğrenmesi, hayalleri konusunda da inatçı ve güçlü bir insan olması demek.

Gözde: Benim açımdan da metinle ilk karşılaştığımda hissettiğim şey şuydu: Yetişirken sürekli bir kahraman, kurtarıcı, olmayanı olduran sihirli güçler, mucizelerle büyüdük. Metin, bütün gerçeğiyle kurtarıcının, kahramanın, iradenin insanın kendi içinde olduğunu, en başta da durumu doğru kavrayarak ona varabildiğimizi anlatıyor. Doğduğumuz andan itibaren mücadeleyi verenin insanın kendisi olduğunu, kurtarıcı beklememesi gerektiğini hissettiriyor. Bununla büyüyen çocuklar masallarla da daha doğru ilişki kurar diye düşünüyorum. Rejisini yaparken de hep buralardan düşündük metni. Merak çocukların bu düzene karşı en büyük silahı. O merakı çalıştıracak, işe yaramasını, çocuk açısından hazza dönüşmesini sağlayacak yöntemi çok küçük yaşlarda edinmeliler. Kendimizi, türümüzü, canlılığı doğru kavramak, mucize beklemenin de önüne geçiyor sanırım.

Yani oyunun, öğretici olmaktan ziyade, çocuklara bu konuları sorgulatıcı bir yanı da var, değil mi? Hatta oyunun içinde insanın gelişimi, evrim gibi konular daha çok izleyiciden gelen müdahalelerle işleniyor.

Tuluğ: Evet. Mesele bizim açımızdan şu: Çocuklar sahip oldukları bilgilerle ne yapacaklarını bilemediğinde, öğrenmek işlevsizleşiyor. Oyun çocuklara bildiklerini işlevli kıldıkları bir ortam sağlıyor. Bilgiyi kullanıyorlar. Öğretmek, ikna etmek için. İşe yarıyor ve bunun duygusunu yaşıyorlar.

Gözde: Oyunu kurgularken buna çok dikkat ettik. Çocuk aklıyla alay etmeyen bir oyun amaçladık. Bir şeyleri öğreten, dikte eden bir oyun değil, bildiklerini işe yaratan bir oyun kurduk.

‘ÇOCUK AKLINI HAFİFE ALMAMAK GEREKİYOR’

Bunu ben de çok ilginç buldum. Oyun, çocuk izleyiciyle enteraksiyona giriyor ama ona tepeden bakmıyor, didaktikleşmiyor. Aksine onu, oyuncuların ağabey ya da ablası haline getiriyor.

Gözde: Bu planlıydı. Oyunda üç farklı yer/hareket algısı var. Anne karnı, 4. duvarı kırdığımız oyuncuların çocuklarla tartıştıkları alan ve şarkılarla belirlediğimiz alan. Bir yandan oyunun içinde yer alırlarken bir yandan da oyunun dışına çıkıp tiyatroda olduklarını hatırlatmayı amaçladık. Bu yüzden oyun içinde sorulan her soru bir tartışma ile sonuca varıp bir şarkı ile “resimleniyor.”

Tuluğ: Oyuncular da çocuklardan gelen bilgiyi derhal kabul etmiyorlar. İşlevlendirip belli bir yöntemle kullanıyorlar. Onu kendi aralarında tartışıyor, üzerinde düşünüyor, parçaları birbiriyle ilişkilendirerek bir sonuca varıyorlar. Bu kısımlarda çocuklar oyunun içine giremiyor. Hatta bizi en heyecanlandıran kısımlardı bunlar. Sahnedekilerin yanlış sonuca vardığını görünce çılgınca ikna etmeye uğraştılar ama duvar kapanmıştı. Sonra doğru sonuca varıldığında ise alkış koptu.

Bir diğer büyüleyici taraf kuşkusuz dekor, hareketler ve şarkılar. Anladığım kadarıyla bunları da siz tasarladınız. Burada oyunun amacıyla nasıl bir uyum oluştu, biraz açar mısınız?

Tuluğ: Gözde biraz anlattı aslında, mekân, onun uzantısı olan zaman algısı, hareket tasarımı, tartışma bölümleri, şarkılar... Ekip masa başında uzunca tartıştı. Dramaturji, pedagoji ve bilimsel doğruları bir bütün olarak çalıştırmak için uğraştık ve sanırım istediğimiz sonucu elde ettik. Müzikler, ışık, efektler... Bütün ekip öyle iyi anladı ki yaptığımız şeyi. Çıkışta çocuk-yetişkin bitiş şarkısını mırıldanıyordu herkes. “Soru sormayı unutma, macera böyle ilerler, gerçeği buldukça sen, dünya daha büyük bir yer...”

Gözde: Bunlar tiyatroda tartışılmamış şeyler değiller aslında ama günümüzde çocuk tiyatrosu için bu özenin gösterildiği örnekler çok değil. Çocuk aklını, hem bilimsel hem sanatsal algısını hafife almamak gerektiğini bir kere daha vurgulayalım. Ekip olarak ciddi bir mesel çalışması yaptık. Fikren ayrı düştüğümüz yerler oldu, ikna olmadan çıkmadık. Öğrendik de. Prömiyerde anladık ki oyun bu özen sayesinde “çalışıyor”. Maksat ile bağını buradan kurabiliriz sanırım. Bu biçimle, çalışan, işe yarayan bir oyun yapmış olduğumuzu umuyoruz.

Tuluğ: Çok oyunculu, çok oyuncaklı, çok sahneli, görsel olarak çok yüklü oyunlara bolca rastlıyoruz. Bu oyun tek planda, objesiz, grafik olarak sabit bir dekor ve kostümle tasarlandı. Bütün yükü metne, harekete taşıttık. Bu bir odaklanma demek çocuk açısından. Bunun gerçek bir ihtiyaç olduğunu aldığımız gerçek cevaptan anladık oynarken. Yaşları küçük olanlar dahil, oyundan hiç kopmayan bir seyirciye oynadık.

BU NESLİN BÜYÜK KAYBI…

Kendi adıma, bir yetişkin olarak çocukların misafiri gibi hissetsem de, masalınıza hayran kaldım. Oyununuz yetişkinlere, bilhassa ebeveynlere de yönelik, değil mi?

Tuluğ: Bu kadarını biz de beklemiyorduk. Biz oyunu yaparken çok eğlendik. Çocuk-yetişkin ayrımını mümkün olduğunca pedagojik özenimizde gözetip konuda kısıtlamaya gitmemeye, steril bir dil ve ortam kurmamaya çalıştık. Yetişkinler açısından da gerçek çatışkılar içeriyor olmalı ki, onlardan da olumlu reaksiyon aldı oyun.

Gözde: Yetişkinlerin çocuklarını yalnız bırakmamak için değil, izlemeye gelebilecekleri bir oyun bu. Çocuk sahibi olmasalar da çocuklarla kuracakları ilişkiyi geliştirecek; ayrıca eğlenecekleri, hatta biraz da öğrenecekleri, daha doğrusu hatırlayacakları malzeme var oyunda. Bugünün anne babaları çok dar bir alanda yaşamaya mecbur kalıyor, çocuğa da o alandan bakıyorlar. Ne yedirsem, ne giydirsem, ne ne kadar tutar... Oyun biraz bile olsa “çocuklara neyi nasıl anlatırsam hayatında işe yarayacak bir şey yapmış olurum?” sorusuna cevap oluyor ise, ne mutlu.

Tuluğ: Ve en nihayetinde, evrimin müfredattan çıkartıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Artık çocukların okullarda öğrenemeyecekleri yaşamın temel bilgisi bu. Bilimsel sorgulama, yöntem, bunlar da okullarda kolay kolay lafı edilmeyen şeyler artık. Hurafelerin kol gezdiği, insanlığın aydınlanma birikiminin yeni kuşaklardan esirgendiği bir dönemde bu oyuna gitmenin, çocukları götürmenin bir başka anlamı da var. Bu sahip çıkmak demek. Çocuk aklına, bilimsel olana, ilerlemeye, gerçeğe, geleceğe... Bu oyunun bir derdi var. Biz başlarken “evrime, bilime müfredatta yer yoksa, tiyatroda var” dedik. Tek bir oyunla çocukları kurtaramazsınız ama bu bir tavırdır. Biz çocuklara anlatılabilecek onlarca şey arasından bunu anlatmayı tercih ettik. Çünkü bu neslin büyük kaybı bu.

Miniklerden görüşler

Deniz (8): O kadar bağırdım “insansınız siz” diye, anca oyun biterken anladılar.

Selin (7): Ben hiç hatırlamıyorum annemin içinde uyuduğumu. İkiz kardeşim olsa onunla konuşurdum.

Emre (6): Çok güzeldi, abiyle abla göbeklerinden bağlıydı, sonunda doğup yanımıza geldiler.

Poyraz (10): Hepimiz birbirimize benziyoruz aslında. Hayvanlara ise hem benziyoruz, hem de farklıyız.

 

* Boyun Eğme dergisinin 94. sayısından alınmıştır.

** Oyun İstanbul Kadıköy'deki Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde 5 ve 25 Kasım tarihlerinde tekrar sergilenecek.

Nâzım Hikmet Kültür Merkezi 
Bahariye Caddesi Ali Suavi Sokak No: 7 34714 Kadıköy İstanbul
Telefon: 0216 414 22 39