Osman Hamdi’yi sevmeye devam edebilir miyiz?

Tarihsel bir figürün hakkını teslim etmeden, yanlışlarını, zaaflarını sıralamak hakkaniyetten oldukça uzak bir yaklaşımdır. Dahası Osman Hamdi ya kahraman ya da hain olmak zorunda değildir!

Emre Caner

soL’dan not: Emre Caner, “Kaplumbağa Terbiyecisi - Osman Hamdi Bey’in Romanı” isimli biyografik romanın yazarı. Yalnızca Türk resminin değil, aydınlanma tarihimizin önemli isimlerinden Osman Hamdi Bey, bir asırdan uzun zamandır sayısız incelemenin konusu oldu. Bu incelemelerden biri, geçtiğimiz ay yayımlanan, Yaşar Yılmaz imzalı “Osman Hamdi Bey’in Öteki Yüzü” başlıklı kitap. soL, söz konusu çalışmayla ilgili, yazarı Yaşar Yılmaz’la bir söyleşi yapmıştı. Caner’in alttaki yazısı, Yılmaz’ın kitabındaki tartışmaya yanıt niteliğinde.

Sayın Yaşar Yılmaz’ın kaleme aldığı Osman Hamdi Bey’in Öteki Yüzü isimli kitap oldukça iddialı bir “putları yıkma” çabası. En baştan söyleyeyim: Kitabın niyeti, kahraman olarak bilinen Osman Hamdi’yi büsbütün itibarsızlaştırmak… Yaşar Yılmaz’ın Osman Hamdi’si “vatan haini,” “işbirlikçi”, “emperyalistlerin piyonu”, “yurt sevgisinden yoksun” bir kişilik. Hatta kitapta paragöz, kumarbaz, kadın düşkünü, Fransızların damadı gibi göndermeler bile mevcut. Evet, Nâzım’ın meşhur yazısından beri putları yıkmak oldukça havalı bir uğraştır. Ama her işin olduğu gibi putları yıkmanın da bir adabı vardır! 

Yaşar Yılmaz’ın anlattığı Osman Hamdi, aldığı rüşvetler (yüksek bedellere satılan tabloları) karşılığında arkeolojik yağmaya göz yuman bir karakter. Bu hususa döneceğim. Ama önce Yaşar Yılmaz’ın Osman Hamdi’ye bakışını ele veren küçük bir ayrıntıya dikkat çekmek istiyorum. Yılmaz, Osman Hamdi’nin yaptığı işler bağlamında yetkin olmadığını belirtmek için ona “lise mezunu” etiketi yapıştırıyor. 1842 doğumlu biri için böylesi bir tanımlamayı oldukça garipsediğimi söylemeliyim. 

Osmanlı’da lise dengi idadilerin ne kadar geç bir tarihte yaygınlaştığı herkesin malumu. Buna rağmen Osman Hamdi, Mektebi Maarifi Adliye’yi bitirdikten sonra babası tarafından eğitim için 18 yaşında Paris’e yollanmış bir genç. Paris’te önce üniversite hazırlık eğitimi veren meşhur bir okulu (Barbet Enstitüsü) bitiriyor, ardından da bakalorya sınavlarını geçip Hukuk Fakültesi’nin kayıtlı öğrencisi oluyor. Ama gönlü resim sanatında olduğu için hukuk derslerinden çok Güzel Sanatlar Okulu’na devam ediyor... Evet, Osman Hamdi bavulunda bir üniversite diplomasıyla Paris’ten İstanbul’a dönemiyor ve teknik olarak lise mezunu kalıyor ama yine de yaşadığı dönem itibarıyla tahsilinin ve 8 yıllık Paris deneyiminin onu hayli donanımlı biri haline getirdiğini kabul etmemiz gerekiyor. Kaldı ki Tanzimat dönemi Osmanlı aydınları, yaşadıkları ülkenin örgün eğitimde oldukça geri bir konumda olması nedeniyle otodidakt yönlerini geliştirmek zorunda kalmışlardı. Örneğin o dönemin en dikkate değer aydınları olan Şinasi ve Namık Kemal neredeyse hiç eğitim görmemişler, genç yaşta memuriyet yaşantılarına başlamışlardı.   

Yaşar Yılmaz ise “lise mezunu” Osman Hamdi’nin müze müdürü olmasını bir nepotizm (kayırmacılık) örneği olarak gösterip liyakatsizlik vurgusu yapmaktadır. Ama ne hikmetse Yılmaz kitabında Osman Hamdi’nin müze müdürü olmadan önce yıllar boyunca müze komisyonunda görev aldığına hiç değinmiyor. Ya da Osman Hamdi’den önceki müze müdürlerinin icraatları tartışmalı birer yabancı olduğuna… Osmanlı’da müze ve arkeoloji faaliyetlerini liyakatle yönetecek, bu konuda uzmanlaşmış kadrolar, enstitüler ve akademiler varmış da onlarca yetişmiş kişi hiçe sayılıp Osman Hamdi o mevkiye damdan düşer gibi oturtulmuş iması yaparsak tarihi gerçeklerin uzağına düşmüş oluruz. 

Şimdi gelelim asıl meseleye…  Osman Hamdi arkeolojik yağmaya gerçekten göz yummuş mudur? Yaşar Yılmaz’ın hakkını teslim etmemiz gereken noktadayız. Ortaya koyduğu belgeleri görmezden gelmek mümkün değildir. Bu belgeler ışığında Osman Hamdi’nin yabancı kazı ekiplerine bazı buluntuları alıp götürmeleri için kimi zaman izinler verdiğini kabul etmemiz gerekiyor. Ama Yaşar Yılmaz’ın bu gerçeklikten yola çıkarak vardığı neticelerin tam bir karalama kampanyasına dönüştüğünü de hemen eklemeliyim. 

Osman Hamdi’nin arkeoloji alanında yapmadıkları/yapamadıkları, hiçbir suretle yaptıklarının ağırlığını yok edemez. Ama Yaşar Yılmaz kitabında Osman Hamdi’nin yaptıklarına tek bir satır olsun değinmiyor. Bu nedenle Osman Hamdi’yi Yaşar Yılmaz’dan öğrenmek bir “vatan hainini” yakından tanımak anlamına geliyor. Ve nesnellik işte bu noktada yitip gidiyor. Tarihsel bir figürün hakkını teslim etmeden, yanlışlarını, zaaflarını sıralamak hakkaniyetten oldukça uzak bir yaklaşımdır. Dahası Osman Hamdi ya kahraman ya da hain olmak zorunda değildir!

İçselleştirdiğimiz çağdaş normları, tarihsel olayları değerlendirirken elimizde taşıdığımız bir meşale olarak kullanmamalıyız. Her olaya, her kişiye vuku buldukları tarihsel kesitin dinamikleri içinden bakmalıyız. Yabancılar kazı yapsın, buluntuları inceleyelim, gözümüze kestirdiklerimizi İstanbul’daki müzeye ayıralım, diğerlerini de onlara bırakalım… Anlaşılan dönemin koşulları gereği maliyet fayda dengesi göz önüne alındığında bu yöntemin yer yer müzenin lehine olabileceği düşünülmüş. Kazı ve nakliye masraflarını karşılayacak yeterli bütçenin olmadığı, Osman Hamdi ve birkaç yardımcısı dışında kazı yapabilecek pek kimsenin bulunmadığı bir dönemde, aslan payını kaptırma pahasına zaman zaman böyle bir yola gidilmiş gibi görünüyor. 

Günümüzde bizlerin ulaştığı koruma bilinci düzeyine göre kesinlikle kabul edilemeyecek bu uygulama, 150 sene önce işlevsel bulunmuş. Zaten o günlerde yürürlükte olan tüzük de hukuksal boşluklar barındırıyor, “cinsi ve değeri itibariyle müzede aynısı bulunan eserlerin” kazı ekiplerine bırakılmasına onay veriyordu. 

Yabancı arkeologların Osmanlı sınırları içerisinde kazılar yapmasının tamamen yasaklanması ise Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya karşı bağımlı bir konumda olması nedeniyle imkân dâhilinde bile değildi. 19. yüzyılda arkeolojinin Osman Hamdi’nin de boyunu aşacak bir şekilde uluslararası siyasetin aktif bir konusu olduğu gerçeği de Osman Hamdi Bey’in Öteki Yüzü isimli kitapta kendine pek yer bulamıyor… 

Söz konusu kitabın üst başlığı “Zincirli (İslahiye, Gaziantep) eserlerinin götürülüşü,” olsa da Yaşar Yılmaz, Osman Hamdi’nin bu tutumunu genelleştirmek için doğrusu epey uğraşmış. Örneğin İştar Kapısı’nın günümüzde Berlin Müzesi’nde olmasının faturası da tamamen Osman Hamdi’ye kesilmiş. Kazıların 1. Dünya Savaşı sonrasına kadar sürdüğü, nihai anlaşmanın Osmanlı’nın elinden çoktan çıkmış olan Irak’taki müze ile Berlin arasında yapıldığınaysa yine hiç değinmiyor Yaşar Yılmaz. Ortaya attığı rüşvet iması da iddia sahibi tarafından ispatlanmaya muhtaç bir şekilde sayfalar arasında kaybolup gidiyor…

Sonuç olarak Osman Hamdi’den önce sanki dünya çapında bir müzemiz varmış da, içi muhteşem antik eserlerle doluymuş da, hem kamuoyu hem de devlet yöneticileri tarihi eserler konusunda taviz vermez bir koruma bilincine sahipmiş de Hamdi Bey müze müdürü olduktan sonra her şeyi yıkmış, müzenin kapılarını açıp içerisindeki eserleri bir bir emperyalistlere peşkeş çekmiş gibi davranamayız.

Osman Hamdi Bey’den önce… Bu yarım bırakılmış cümle öylesine önemlidir ki kanımca bizi, devrimci şahsiyetler için uygun bir değerlendirme kıstasına ulaştırır. Bu yarım kalmış cümleyi tamamlayıp soruları çoğaltırsak ne demek istediğim daha iyi anlaşılır:

Osman Hamdi’den önce Osmanlı’da müzecilik neydi?    

Osman Hamdi’den önce Osmanlı arkeolojisi neydi?

Osman Hamdi’den önce Osmanlı’da koruma bilinci neye tekabül ediyordu? 

Osman Hamdi, “Avrupa’da hiçbir müzede bizimkisi kadar süratli bir terakki görülmemiştir,” derken haksız mıydı? 1881 yılında göreve geldiğinde müze küçük bir yapı olan Çinili Köşk’te hizmet vermekteydi. Oraya hasbelkader getirilmiş kayda değer birkaç düzine eser, köşkün odalarına gelişi güzel konulmuştu. Osman Hamdi 1910 yılında vefat ettiğindeyse İstanbul’daki eski eserler müzesinin yeni binası, 200 metrelik bir cepheye ve 10.000 metrekarelik teşhir alanına sahip vaziyetteydi. Ayrıca Osman Hamdi başta Sayda Lahitleri ve Lagina kabartmaları olmak üzere birçok eseri kendi elleriyle toprak altından çıkartıp İstanbul’a getirmişti. Başka bir deyişle Avrupa’daki benzerleriyle boy ölçüşebilen müzesini neredeyse yoktan var etmişti. 

Yukarıdaki soruların cevaplarını burada uzun uzun tartışmayacağım. Ama son söz olarak Osman Hamdi’yi, “ondan öncesi ve ondan sonrası” kıyaslamasından her daim alnının akıyla çıkmayı başaran biri olarak görmeye devam edeceğimi söylemeliyim.