'Birbirimizden Yansır Suretimiz': Başrolünde sınıfın olduğu bir roman

"Hayatımın bu evresinde vardığım bir sonuç da aile yaşantımızın kişiliğimiz, hayatımız boyunca yaptığımız seçimler üzerinde sandığımızdan çok daha ciddi bir etkisi olduğu."

Beril Azizoğlu

2022 yılında yayımlanan ilk kitabı "Asfalya" ile okuyucuyu dün-bugün-yarın üzerinden İzmir öyküleriyle buluşturan, eski gazeteci ve soL editörü Volkan Algan, ara vermeden bu sefer çarpıcı bir ilk romanla karşımıza çıkıyor: Birbirimizden Yansır Suretimiz.

Bu kez yaşamın geçmiş ve bugünde şekillenmesinin gelecek üzerinde nasıl var olacağının iradesiyle hesaplaştırıyor okuyucuyu. Yazarın yalın kaleminin ucu, toplumsal gerçekliğe değiyor ve görünmez kılınmaya çalışan bir sınıfın üzerine fener tutarak aydınlatıyor. Yazılama Yayınları'ndan çıkan romanıyla edebiyat dünyasındaki yerini derinleştiren Volkan Algan'la "Birbirimizden Yansır Suretimiz" hakkında söyleştik.

Asfalyada İzmirin tarihi sokaklarında gezdirdiğiniz okuyucuyu Birbirimizden Yansır Suretimizle İstanbul'a Haliç’te bir işçi mahallesine götürüyorsunuz.  Mekânı nasıl belirliyorsunuz?  Başka bir deyişle, olay örgüsünü en iyi anlatacak mekân olarak mı, yaşadığınız ve bildiğiniz mekân olarak mı? Neden İstanbul?

Mekân ve hikâye aynı anda canlanıyor benim gözümde. Ama bu sorunun arka planında iki kitapta da mekânın belirgin rol oynaması yatıyor sanırım. Aslında kitap bunu başarıyorsa mutlu olurum, çünkü bu uyumun hikâyenin etkisini artırdığını düşünüyorum.

Asfalya bir İzmir kitabıydı zaten. Şehir, yani mekân başroldeydi. İzmir’siz Asfalya olmazdı. Birbirimizden Yansır Suretimiz’de başrolde mekân değil işçi sınıfı var bana göre; Özgür, Metin ya da Çağlar da değil. Elbette bu karakterler üzerinden takip ediyoruz olayları; ama kitabın zamanının üç kuşağa yayılması ve hikâyeleri onları tek tek işçiler olmaktan çıkarıyor.

Diğer taraftan böyle bir kitap yazma fikri oluşup da araştırma yapmaya, konuyla ilgili okumalara başlayınca yol illa ki İstanbul’a çıkıyor. Pekâlâ herhangi bir şehirde bir “işçi romanı” yazılabilirdi, yazıldı da, kastım bu değil. Ama Haliç’in tarihsel hikâyesi konu bağlamında çok fazla imkân tanıyor. Bir kere ülkenin ilk işçi havzalarından biri, temsil değeri çok yüksek. İkincisi Türkiye sermayesinin de serpilip geliştiği en önemli bölgelerden biri. Tabii bu, o bölgeyi işçi hareketleri için de önemli bir merkez haline getiriyor. Son olarak Haliç’in dünden bugüne yaşadığı dönüşümle, sınıf hareketinin tarihsel serüveni arasında bir paralellik görüyorum. Bu nedenle de Haliç ve İstanbul.

Bu sorunun bir de kısa yanıtı var aslında. Bu kitabın fikri bir gazete haberinden çıktı. İstanbul’da bilindik bir şantiyede ölen (öldürülen) güvenlik görevlisi gerçek bir başlangıç noktasıydı.

Asfalyada altı öykü vardı, öyküler birbirine yaslanarak bağ kurarak ilerliyor ve bütünleşiyordu. Birbirimizden Yansır Suretimizde ise olay örgüsünden çok öne çıkan, kitabın başlığına da yansıyan karakterlerin geçişkenliği var. Bir novella olmasından mı? Yoksa diyalektik bir bağ veya dönüşüm kurmak amacından mı hareket ettiniz?

Dediğim gibi, kitapta bir sınıf hikâyesi anlatmak istedim. Böyle olunca birkaç kuşak, babalar ve oğullar, arkadaşlar, dün ve bugün birbirine geçti. Sınıfı bir anda ve tek bir mekânda görmek çok zordur, zamanın genişletilmesine ihtiyaç duyarız çoğu zaman. Sınıflar, zamansal süreklilikte görünür hâle gelir. İşte o zaman bizim çok özgün sandığımız kişisel öykülerimizin daha büyük, bir meta öykünün parçası olduğunu fark ederiz. İnsanlar bugüne sıkışmış durumdalar. Bu çoğu zaman böyledir. Ama bir de dün var, yarın var. Bugünü de anlamak için düne ve yarına ihtiyacımız var; bizden öncekilere ve sonrakilere. Edebiyatın tarihsel misyonu biraz da bu kadim gerçeği hatırlatmaktır. Bunu da insanın iyi ve kötünün ötesinde bir şey olduğunu; yaşadığı dönem ve şartların ürünü olarak değişip, dönüştüğünü göstererek yapar. Bahsettiğiniz  geçişkenliğin altında bunlar yatıyor sanıyorum.

Polisiye bir romanmışcasına bir cinayetle başlıyor hikâye ama şaşırtıcı bir şekilde ilk birkaç sayfada çabucak sonuca varıyoruz ve hikâye de asıl burada başlıyor. Sizin deyişinizle: ‘’Olanlar, olduğu gibi olmak zorunda değildir.’’ Yazar olarak kitaba başlayan okuyucudan ilk beklentiniz nasıl olduğunakapılıp giderek okuması mı,  ‘Böyle mi olmalıydı?diye düşünmekten kendisini alamaması mı?

Aslında girişte “bu bildiğimiz anlamda bir polisiye değildir” diye ilan ediliyor dediğiniz gibi. Bu bir tercih tabii… Ama yine de “Tüm bunlar nasıl oldu?” sorusunu merak ediyor insan. Klasik polisiyenin aksine katil baştan ilan ediliyorsa da, bu tatmin etmiyor okuyucu. Başka bir açıklama ihtiyacı hissediyoruz. Bunun peşine düşülsün istedim, katilin kim olduğunun değil.

“Böyle mi olmalıydı?" sorusu kitabın birkaç yerinde soruluyor. Bu önemli bana göre. Hayat sonsuz ihtimallerin, sürprizlerin toplamı. Ama bu ihtimaller de belli koşullara, bir nedensellik zincirine bağlı. Bu zincir bazen bizim fark edemeyeceğimiz kadar karmaşık olsa da. Öte yandan hayatımızdaki tüm tartışmalar özünde “böyle mi olmalıydı” sorusu etrafında dönmüyor mu? Olmasından memnuniyet duyulan bir şeyle ilgili kimsenin aklına böyle bir soru sormak gelmez. Ne zaman ki bir sorunla karşılaşıyoruz (yani neredeyse tüm hayatımız boyunca) farklı biçimlerde aslında hep bu soruyu soruyoruz kendimize.

’Babam, onunla ne yapacağımı bilmediğim bir özgürlük bırakıp gitti bana…’’

Bir kuşak öncesi Özgür’ün, Çağlar’ın Metinin babaları,  fabrikaların siren seslerinin nispeten neşeyle  öttüğü yıllar, 1980 öncesi, özelleştirmelerin yağmur gibi yağmadığı, işçilerin ekmek mücadelesinde sendikalarla direniş örgütlediği yıllar. Ve  babalarıyla boyun eğmemeyi öğrenen oğullar, tercihleri  ve ödedikleri bedeller.  Hayatta olmasa da duvardaki bir fotoğraf çerçevesinden oğullarını, torunlarını izleyen dedeler. Toplumsal gerçeklik bir taraftan ama baba ve oğul ilişkileri üzerinden de bir güç, irade, geçmiş ve gelecek anlatımı kurgulamışsınız. Buraya değinelim mi biraz?

Kitaba isim düşünürken "Babalar Ve Oğullar” olabilirmiş diye geçirmiştim içimden; Turgenyev’den 170 yıl geç doğmasaydım eğer… Şaka bir yana evet, biraz da babalar ve oğullar hikâyesi bu. Hayatımın bu evresinde vardığım bir sonuç da aile yaşantımızın kişiliğimiz, hayatımız boyunca yaptığımız seçimler üzerinde sandığımızdan (en azından benim sandığımdan) çok daha ciddi bir etkisi olduğu. Bu hikâyeyi yazarken biraz bilerek, biraz da güdüsel olarak böyle bir yere itilmemi tesadüfle açıklamak mümkün değil. Buna ek olarak bir de şunu söylemek isterim: Sınıflar arası geçişkenlik imkansıza yakındır. İnsanların, küsurat bile sayılamayacak çok küçük bir bölmesi dışında kim hangi sınıfta dünyaya gelirlerse o sınıfın üyesi olarak hayatını tamamlar. Bunu da en iyi aile kuşakları arasında görmez miyiz? Çağlar kitabın bir yerinde bu gerçeği çok açık söylüyor: Biz dededen bu yana işçiyiz…

’'Umutsuzluğun, tepkisizliğin, alışılmışlığın, boş vermişliğin karışımı. Yine de tüm bu sorunların içinde, onların çözümü üzerine hiç düşünmeksizin-böyle bir ihtimali aklına getirmeksizin- yaşayabilmek adına ne büyük bir güç veriyordu hepimize. Olmayan bir güveni aramak yerine, hiçbir şey aramamak, hayatın zorluklarına karşı duyarsızlık silahını çekmek, sorunlarla birlikte sorunsuz yaşamak, hayat böyleydi mahallede.’’

Özgür karakteri bugünde yaşıyor  ve yaşadığımız dünyada toplumdaki yabancılaşmış bireyi temsil ediyor.  İçimizden biri,  hemen yanı başımızda. Yaşadığı mahalle, babası, arkadaşları Özgür’ü oluşturan değerler ve toplumsal koşullar. Ona dokunduğumuzu sanırken aslında o  bize dokunuyor ve görünmez olmaktan çıkıyor. Bir güvenlik kulübesinde Çağlar’ın anlattıklarını  uzun uzun dinlerken aslında Özgür oluyoruz. Araya girmeden uzun anlatım tercih etme nedeniniz bir yandan da okuyucuya bu özdeşliği hissettirmek miydi?

İtiraf etmek gerekirse kitabın bu bölümünü okuyucuyu Özgür pozisyonuna konumlandırmak için kurgulamamıştım. Ama dediğiniz gibiyse ne güzel, iyi bir sonuç vermiş. Haklısınız diğer taraftan, sonuçta kulübede iki kişi var, ve genel olarak Çağlar konuşuyor. Eğer Çağlar’ın hikâyesini dinlerken okuyucu kendini Özgür gibi hissediyorsa buna çok sevinirim. Özgür’ü anlamak bu kitabın temel meselelerinden biri çünkü. Öte yandan şöyle de bir durum var: Bu neredeyse tek mekân öyküsü. Sinemada örneği çok. “Biri, karanlık bir gecede bir kulübeye girer ve girdiği gibi sessizce çıkar.” Aslında bu kadar. Ama eğer kulübedeki o buluşma olmasa ne Özgür’ün önceki hayatının, ne sonraki yaşananların bir anlamı kalır. Oysa esas aksiyon kulübenin dışında dönüyor ama yine de kulübe baş mekân… O mekânın bir ağırlığının olması lâzım. Çağlar hikâyesi bölünmemeliydi; “geçip gidenin” ya da “geçip gittiği sanılanın” görünür hale gelmesi hikaye için önemli.

Burada araya girip şunu da aydınlatalım mı?: ‘’Hayat boyu var olmak için mücadele ettiği halde, bir gün duraksasa bu dünyadan hiç geçmemiş gibi izi kalmayacaklardan olmayacaktık biz…’’ diyen Özgür’ün yeşeren  umudunun izi, belli belirsiz ve bizi bu kitabın ikincisine hazırlar gibi. Geleceğe yol arayan Özgür’ün edilgen halden çıkıp ne yaptığının,  nasıl bir iz bıraktığının peşine düşmek istiyor okuyucu. Yeni bir kitaba Özgürle devam etme niyetiniz var mı? Yoksa bunu okuyucunun hayâl gücüne mi teslim edeceksiniz?

Fırsattan istifade araya gelecek zamanı sokuşturayım dediniz galiba. (Gülüyor…) Açıkçası buna bir yanıt veremiyorum şu anda. Aslında devam etmek isterim. Özgür benim de kafamı kurcalamaya devam ediyor. Özgür’ün bundan sonraki yaşamını memleketin kaderinden ayrı düşünemiyorum ben. O yüzden bu kitapta Özgür’ün hikâyesine bir son vermek gelmedi içimden. Bazı ipuçlarıyla yetindim sadece. Vasıf Öngören’e atıfla söyleyecek olursam “Özgür nasıl kurtulur?”  ya da “Özgür şimdi ne yapmalı?” sorularının peşine düşmek şu aşamada yeterli geliyor.

Bugünün Türkiyesinde gençler savaşların barbarlığa dönüştüğü vahşi bir kapitalist dünyada ve  elbette öncesi olan 20 yıldır gerici bir iktidarın toplumsal koşullarında gelecek kaygısıyla yaşıyorlar.  Geçmiş onları ne kadar ilgilendiriyor? Kaleminiz bu sorumluluğun ağırlığını taşırken kimi araştırmalar yapıyor musunuz? Bir tahlilde kitap okumayan, tiktok videoları seyreden,  sürekli selfi çekip sosyal medyada paylaşan bir toplam da var. Onlara bunu nasıl anlatırım kaygısı da taşıyor musunuz?

Açıkçası bunları, tartıştığımız konular bağlamında çok önemli görmüyorum. Her nesil kendi dünyasının gerçekliğinde yaşıyor. Romalılar da gençlerden şikayetçiymiş, “evlenmiyorlar, okumuyorlar, serserilik ediyorlar, büyüklerine saygıları yok.”

Bir de şöyle düşünelim, Atina Demokrasisini kuranlar, Fransız Devrimi’nin jakobenleri, bizim Meşrutiyetçiler, Sovyet, Küba Devrimi’ni yapanlar ne kadar birbirine benziyor? Tarih değişiyor, dönem değişiyor, ama bir yolu bulunuyor, bulunmak zorunda… Tarihin bir mantığı var, bu “eninde sonunda iyi bir son bekliyor bizi” demek değil, pekala tersi de mümkün. Ama bu siyasetin konusu daha çok.

Şunu da eklemek isterim, insanın değişmesinin sınırlarını bizim evrimsel hikâyemiz belirliyor. Birlikte hareket etme, dayanışma, haksızlık karşısında itiraz etme vs vs… Bunlar “iyi insanların” özellikleri değil, bunlar bizim bilişsel sistemimize kayıtlı şeyler. Öyle olmasa inanın bugünlere gelemeden türümüz yok olurdu. Ve insan etiyle, kemiğiyle bildiğimiz canlı olarak varlığını sürdürdüğü müddetçe de şartlar ne kadar değişirse değişsin, insanı insan yapan en önemli şeyler orada durmaya devam edecek. Ve gün gelip de kendi şartlarında karşılaştığı sorunlara çözüm bulmakta zorlanan herkes insanlığın bugüne kadar geçtiği yollardan, bulduğu çözümlerden yine geçmek zorunda kalacak. Bu bir birikim, literatür meselesi. Çözüm orada, ama bugün ama yarın bulunacak. Bugün yeteri kadar okunmuyorsa yarın okunur. İlk mitolojik hikayelerden bugüne edebiyat hep vardı, olmaya da devam edecek. Bunun sebebi ne peki düşünmek lazım? Her şey değişiyor ama biz hala birilerinin “uydurduğu” hikayeleri okumaktan vazgeçemiyoruz! Bu biraz da böyle bir şeydir… O yüzden en genel anlamda kaygılı değilim. Miyop bakmamak gerekiyor bu tartışmalarda. Biz yaşadığımız müddetçe bildiğimiz, yapabildiğimizin en iyisini yapalım, yeter.

Şunu da söylemeliyim bu arada, aldığım ilk tepkiler gayet de yazılanların ilgilisini, yerini bulduğunu gösteriyor. Daha fazlasına ne edebiyatın, ne yazarın gücü yeter zaten…

İtalyan yazar Italo Calvino France Culture kanalına verdiği bir röportajda, okunup unutulan bir kitabın da gücü olduğunu ve hafızada yine de bir şeyler bıraktığını söylüyor: ‘’ …unutulacak kitaplar yazmak isterim, çünkü unutulan kitap okuyucunun bilinç dışında etkisini sürdürmeye devam eder’’ Bu görüş hakkında ne söylemek istersiniz?

Calvino edebiyatın özüne dair çok önemli bir tespitte bulunuyor aslında. Bunun üzerinde biraz durmak isterim.

Bir yazara kelimeler yetseydi konuşarak derdini anlatırdı, makale yazardı, yeni dönemde artık tweet atardı, video çeker paylaşırdı; niye o kadar uğraşıp gerçeği eğip bükmeye, kafasında bir yenisini yaratmaya uğraşsın, kitap yazsın? Gündelik gerçeğin buz gibi katılığı yetseydi, onu dümdüz ifade etmekle yetinirdi yazar. Ya okuyucu, neden yazar ve kendisi arasında “okuduğu şeyin gerçek olmadığı konusunda” bir anlaşma yaparak okumaya zaman ayırır, hem de vaktimiz bu kadar değerliyken?

Şöyle devam edeyim, aslında edebiyat da felsefe gibi, düzyazı gibi, konuşma gibi bir iletişim, bilgi aktarma yöntemi. Ama onun bilgisi, diğer iletişim tekniklerinin yetmediği yerde başlıyor. Orada bulduğumuz “bilgi” diğer başka bir yerde olmadığı için biz roman okuyoruz. O bilgiyi nitelik olarak diğerlerinden ayıran şeyse ancak ve ancak bir “deneyim”, “okuma performansı” sırasında ve sonucunda elde edilebilir olması. Dile döküldüğünde bizi tatmin etmemesi de bu yüzden. Örnek vereyim, çok beğendiğiniz bir romanı arkadaşınıza tavsiye etmeye çalıştığınızı düşünün; roman hakkında ne derseniz, ne kadar iyi ifadeler kullanırsanız kullanın, romanı okurken alınan bilgiyi, keyfi, deneyimi aktaramazsınız. Oysa çok nitelikli bir teorik yazının, ya da önemli bir haberin en kritik kısmını birine anlattığınızda, meselenin özünü pekala vermiş olabilirsiniz. Yazılı olan her şeyin özeti yapılabilir, edebiyat hariç. Bir roman kısaltılamaz, uzatılamaz. “Ana fikri şudur” deseniz dahi o sadece bir kabalaştırma olabilir. O deneyim ancak kişisel olarak yaşanabilir. İşte bu edebiyatın özgünlüğüdür. O yüzden bir edebiyat eseri, aslında tezat gibi görünse de, kelimelere dökülemeyecek bir şeyi anlatır.

Calvino’ya dönecek olursak, eğer bunu iyi becerebilirse mutlaka insan hafızasında bir yer bulur kendine roman. İyi kitap, hakkında içeriğiyle ilgili hiçbir şey hatırlanmasa bile, ondan aldığımız duyguyu, bizde yarattığı etkiyi, yaşadığımız o deneyimi hatırladığımız kitaptır.

Son olarak bundan sonrası için Volkan Algan’ın elinde ne var?

Biraz yeni kitabın hikâyesi ilerlesin de… Sonrasını, daha sonra konuşalım bence.

Volkan Algan kimdir?

1986 yılında İzmir’de doğdu. Bütün öğrenim hayatını bu şehirde sürdürdü. Lisans eğitimini Dokuz Eylül Üniversitesi Makine Mühendisliği bölümünde tamamladı. Bir süre mühendislik yaptıktan sonra gazeteciliğe geçiş yaptı. ‘İzmirden Yadigar’ adlı kısa öyküsü, 2022 yılında İzmir Büyükşehir Belediyesinin düzenlediği yarışmada üçüncülüğe layık görüldü. Asfalya adında altı öyküden oluşan bir öykü kitabı var. Şimdilerde Nâzım Hikmet Kültür Merkezi - İzmir’de çalışıyor, edebiyat söyleşileri düzenliyor.