Yolun Sonunu Görmek

Arkamdan gelen müthiş bir şey beni kovalıyor! İçimi öylesine bir korku sarmış ki... Buz gibi terler dökerek, yumruklarımı sıkmış, nefes nefese tüm gücümle koşarak oradan uzaklaşmak istiyorum. Kaçmaya çalışıyorum ama kaçamıyorum. Bacaklarım birbirine dolaşıyor, ardı ardına bir sürü adım attığım halde, olduğum yerden bir karış öteye gidemiyorum. Ayağımın altındaki yol da hızla kayboluyor. Karanlık bir bulut üstüme doğru geliyor...

Ve kendi çığlığıma uyanıyorum!

Sanırım beş, altı yaşına dek sıklıkla gördüğüm bir kâbustu bu. Sonra yavaş yavaş silindi gitti sadece çocukluğumun bir anısı olarak kaldı. Ne var ki, şimdi yeni baştan korkunç bir görüntü peşimi bırakmıyor. Şimdiki tümüyle farklı. Sayılamayacak bir kalabalık içinde, gitmek istemediğim bir yöne doğru hızla sürükleniyorum. Kalabalık öylesine hızla akıyor ki, ayaklarım yerden kesiliyor. Bağırmak istiyorum. “Durun!” demek için ağzımı açıyorum ama sesim dudaklarımdan çıkarken boğulup kalıyor. Ve sayılamayacak, belki milyonları aşan bir kalabalık koşarak, atlayıp sıçrayarak, kimi zaman arkadan gelen bir kasırgayla havalanarak kopkoyu bir karanlığa doğru sürükleniyor. Beni de beraberinde sürüklüyor...

Ve uyanmıyorum!

Çünkü bir rüya değil bu. Ülkemin içinden geçtiği sürece bakarken, derinlemesine düşünmeğe çalışıp, olayları, olguları, bu ülkeyi kıskacına almış ve bu kıskacı her geçen gün biraz daha sıkan güçleri irdelerken hayalimde canlanan görüntü. Kâbus mu? Hayır! Son derecede soğuk kanlı bir analiz!

Aslında ne müneccimliğe gerek var, ne de uzun uzadıya tahlillere. Görünen köyün kılavuzu açıkça haykırıyor. “Dinsel birlik!” diyor. “... kindar gençlik yetiştireceğiz!” diyor. Yolun sonunu, hayalimde canlanan karanlığı açıkça ilan ve tarif ediyor.

Bu yolun sonunu ayrıntılarıyla görmek için önümüzde örnek de çok! ABD emperyalizminin el attığı, kimisini silahla, düzenli ordusuyla, kimisini paramiliter gruplarla, kimisini de petro-dolarlarla doldurarak hakim olduğu, dindar ve kindar insanlarla dolu, dinsel birliği tam olarak sağlanmış İslam ülkelerine bir bakış atmak yetmiyor mu?

O karanlık bulutlardan gelen her haber, eğer hâlâ birilerini korkudan ürpertmiyorsa, ne denebilir ki?

Afganistan’da kadınlara uygulanan baskılardan haberi olmayan mı kaldı? Erkek satıcılarla pazarlık etmekten, yüksek sesle gülmekten tutun da, ayak bileği görünen kadına, hâttâ yürürken topuk sesi çıkarana kırbaç cezası vermeye dek uzanan yasaklar zinciri saymakla bitecek gibi değil.

Çok mu aşırı oldu bu örnek? Komşumuz İran’a bir bakış atmaya ne dersiniz? Sarıklı köy imamlarının iktidara gelirken kendilerinden olmayan kaç kişiyi katlettiği ne çabuk unutuldu? Özbekistan falan... Kadınların seyahat özgürlüğüne son veren Malezya... Onlara da boş verelim. ABD’nin gözbebeği, kadınların ehliyet almasına, “on yıl içinde ülkede bakire kalmaz” savıyla karşı çıkılan Suudi Arabistan’a, Arap emirliklerine bakalım. Sudan, Kenya... Ve... “Bahar geldi, çiçek açtı, yobazlar iktidara doluştu!” Orası burası... Parlamentosunda ölmüş eşle cinsel ilişki hakkı için kanun teklifi tartışılan Mısır... Libya... gerisi yolda... Hangisini tutsan elinde kalan, dindarlar ve kindarların iktidarının hüküm sürdüğü ülkeler.

Faşist darbelerle, siyasal ve kültürel kirlenme yaratarak, demagojilere dayanarak iktidara getirilenlerin, demokrasi havarisi kesilerek “kendine demokrasi” yaratan ve iktidarlarını sağlamlaştırdıklarını sandıkları ölçüde pervasızlaşanların liderinin verdiği adres, işte tamı tamına budur! Bahsettikleri “vizyon”, başta değindiğim karanlıktan başkaca bir şey de değildir.

Şeriat yasalarıyla tutsak alınmış, yaşamının her alanında, ne düşüneceği, neyi nasıl yapacağı ve neleri yapamayacağı ayrıntılarına dek tarif edilmiş bunlara uymayanların da kırbaçlanmaktan elini, ayağını kesmeye, çarmıha germeye, topluca taşlayarak öldürmeye uzanan cezaların tehdidi altında yaşayan milyonlarca insan!

Çatık kaşlarla ve kendisinin dışındaki her şeye nefret kusarak “Demokrasi!..” “Özgürlük!..” “İnsan hakları!..” çığlıkları atanların, bu sözcüklerle neyi kastettiğini anlamak için, 1981 yılında merkezi Londra’da bulunan Avrupa İslam Konseyi’nde, Suudi Arabistan tarafından desteklenen, Sudan, Pakistan ve Mısır’lı çakma İslam âlimlerinin 1981’de kaleme aldığı “İslam’da İnsan Hakları Deklerasyonu”na bir göz atmakta yarar var. Daha girişinde Müslümanların İslam dinini yayma ve “Cihad” görevine vurgu yapılan metinden anlaşılan birinci nokta şudur: Asıl olan tek din İslam’dır! İslam’ı yaymak, halkları sayısız kötülüklerden kurtarmanın tek yoludur! İslam’ın dünya düzeni ise, tartışılamaz şeriat yasalarıyla belirlenir. Şeriat yasaları tümüyle homojen bir toplum öngörür ve bu yasalar altında yaşayan her Müslüman, ırkından, renginden ve ulusundan bağımsız olarak eşittir. Kısacası, bütün metin boyunca “hak” ve “eşitlik” kavramları yalnızca Müslümanlar için öngörülmektedir.

1990’da Rabat’ta, 57 üye ülke dışişleri bakanları tarafından kurulan İslam Konferansı Örgütü’nün açıkladığı ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’na verilen “Kahire Deklerasyonu”nun içeriği de -biraz daha gizlenmiş olarak ifade edilse de- ondan farklı değil. Burada da şeriat yasaları temel alınmakta 1948’de ilan edilen İnsan Hakları Deklerasyonu ve Birleşmiş Milletler tarafından bu konuda yapılan tüm açıklamalardaki sekuler anlayış Hıristiyan-Yahudi geleneğinin yeni bir ortak yorumu olarak algılanmaktadır. 1984’te Birleşmiş Milletler toplantısında İran temsilcisi Horasanî de bunu açıkça ilan ederek, insanlar tarafından yazılmış yasalara değil, sadece tanrının yasası olan şeriata uyacaklarını açıkça ilan etmişti.

Tanrının yasasıymış. Sanki onları insanlar, üstelik örümceklenmiş ve hastalıklı beyinleriyle toplumları yüzyıllarca geri götürmeye çalışan sarıklı kafalar yazmamış gibi... Burada söz konusu olan, şiddete, kendisine benzemeyen herkese ve her şeye kin besleme ve tümüyle yok etme temeline oturan bir hukuktur. Bunlara göre şeriat öyle bir şey ki, kestiği parmak acımaz! Sadece parmak değil, bilekten aşağı el ve ayak! Ve kılıçla uçurulan kafa! Ve boynuna dek toprağa gömülerek topluca taşlanan insan!

Aslına bakılırsa, bu konu açıldığında, öncelikle kadınları ikinci sınıf insan olarak kabul eden, onlar üzerine özel baskılar uygulayan bir düzen akla geliyor. Doğru mu bu? Hayır! Kadını bunca tahakküm altına alan, sürekli yasaklarla kuşatan, her an, her hareketinin kontrol altında tutulması gerektiğini öngören ve bu görevlerin tümünü de erkeğe veren bir toplumda erkeğin özgürlüğünden bahsedilebilir mi? Aslında sorun ne kadındadır, ne de erkekte. Ne yaradılış tartışmalarıdır ne başka bir şey. Burada amaçlanan tek hedef, bütün bir toplumu esirleştirmekten ibarettir! Bireysel düşünceden mahrum, hiçbir şeyi sorgulamayan, her şeyi tanrının hükmü olarak kabul eden, boynu bükük, korkularla beslenen, çoğu özlemlerini bu yaşamda değil, öldükten sonra var olacağına inandığı bir başka “yaşam”a erteleyen insanlar.

Böylece, özgür bireylerden oluşan bir halk değil de, bir sürü yarattıktan sonra, önünde ne engel kalır ki? O ülkede artık istediğini yapabilirsin. Elinden geldiğince sömürürsün, ezersin, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini sorgusuz sualsiz yağmalarsın.

İşte son zamanlarda beni korkutan görüntü, o sayısız insanın koşarak, atlayıp sıçrayarak yaklaştığı koyu karanlık bundan ibaret.

Ne var ki, bu görüntü rüyalarıma girerek, bir kâbusa dönüşmüyor. “Neden?” derseniz...

1 Mayıs meydanlarını dolduran kadın-erkek işçilere, gençlere bakın! 6 Mayıs gününü unutmayarak caddeleri dolduran, sulara çiçekler bırakanlara bakın! Fabrika kapılarına dikilen, Ankara’nın göbeğinde kamp kuran grevcilere bakın! Doğasını yağmaya karşı savunan köylülere bakın! Tiyatrosuna, özgür sanatına sahip çıkan sanatçılara, namuslu gazetecilere, bilim insanlarına, demagojılere kanmayan aydınlara bakın!

Ben onlara ve onlardan ışıyan aydınlığa baktığım için, uykumu karabasanlar delemiyor.

Bir de... Yavaş yavaş gözü açılan liberalleri, aklı başına gelen eski solcuları yukarıdaki listeye ekleyebilsem...