Bir türlü anlaşılamayan

Boz Mehmet elindeki gazeteyi sallayarak yanıma geldi. Selam sabah demeden lafa girdi: „Abey, valla billa anlayamıyorum. Bi devlet nasıl iflas eder? Ne olur, bi de sen anlatsana bunu bana.“ İşçi dostumu abluka altına almış sayısız gazete haberleri, köşe yazıları ve televizyon görüntülerine bir de ben katıldım. Aklım erdiğince, dilim döndüğünce bir şeyler anlatmaya çalışırken sözümü kesti: ”Şimdi anladım abey. Bir zamanlar bizim köyde Hasan Ağa adında bi tefeci vardı. Kışın köylüye para dağıtır, hasattan sonra da iki misliyle geri toplardı. Borcunu ödeyemeyenin de malına, tarlasına el koyardı. Sonunda köyün nerdeyse bütün ekilir arazilerini tapusuna geçirdi. Bizleri de maraba, yarıcı, sürülerine çoban yaptı. Desene, iflas eden devletler de bizim Hasan Ağa gibilerinin eline düşmüş.“

Herkes gibi Boz Mehmet de yaşam deneylerine, belleğinde birikmiş bilgilere çağrışım yaparak bir şeyleri anlamaya çalışıyordu. „Gördün mü? Anlaşılmayacak bir şey yok.“ demeye kalmadı, alnını ovuşturarak üsteledi, „Ama hala anlamadığım bi şey var abey diyelim ki, Yunan borcunu ödeyemedi, peki bunlar o zaman devletin bütün mallarına el mi koyacaklar?“

Milyarlarca insanın yaşamını derinden etkileyen, fakat çoğunun anlaması olanaksız bir şeyler dönüp duruyor. Toplumsal yaşamın tüm alanlarındaki süreçlere hükmetmeye çalışan ufacık bir azınlık... Bu azınlığın emrinde çalışan her alandaki teknokratlardan oluşturulmuş bir elit ordu... Ve onların emrindeki medya... Onların karşısında da politikacıların tartışmaları, ekonomi uzmanlarının fetvaları arasında yitip gitmiş, hiçbir şey anlamadığı için de bu tür konulara ilgisini yitirmiş milyarlarca insan…

Ne dediğini bilen bu azınlığın emrine girmiş, göz göre göre yalan söyleyen, şaşkın yığınların şaşkınlıktan kurtulmasını önlemek için lafı dolandıran, bir yandan kuyruğu kısa yalanlarla yeni umut ışıkları yakan, diğer yanda insanları içinde bulundukları yoksunluğa boyun eğmeye, gerekirse daha da yoksullaşmaya tahammül etmeye ikna etmeyi hedefleyen birileri… Hizmetlerine verilmiş olan medya sayesinde dünya çapında haber ve bilgi kirliliği yaratan bu azınlığın kurbanlarından biriyle konuşmuştum.

“Bak kardeşim” demeye hazırlanıyordum, “Euro projesi aslında sadece dünya çapında bir ekonomik proje değil, aynı zamanda siyasal bir projedir.” Ve daha da anlatacaktım: “Euro projesi, bir zamanlar Napolyon’un ordularını Moskova önlerine dek sürerken kurduğu hayallerin bir başka türlüsüdür. Hitler’in dünyayı ateşe verirken peşinde koştuğu hayalin günümüzdeki yeni biçimidir. Hedef, Avrupa’nın bütününe ve dünyanın geri kalanına mümkün olduğunca hakim olmak, tüm yeraltı ve yerüstü kaynaklarını ele geçirmek, pazarları kontrol etmektir. Ve tabii, emeğin sömürüsüyle elde edilen tüm değerlere de tek başına el koymaktır.”

Ama bütün bu laflara gerek kalmadan anladı bizim Boz Mehmet işin özünü. Onun hemen anladığını nedense birçok okur-yazar anlayamıyor.

Tüm Avrupa panikte. “Euro batıyor!”, “Euro batarsa Avrupa da batar!” feryatları yükseliyor her yerden. Almanya Şansölyesi solgun yüzüyle, üstü örtülü tehditler içeren açıklamalar yapıyor. Fransa Başbakanı Sarkozy ile sarmaş dolaş olmuşlar, telaş içinde toplantıdan toplantıya koşuyorlar. Kapalı kapılar ardında yeni projelerin tartışmaları sürüp gidiyor.

Aslında Euro gerçekten krizde mi? Hayır! Euro, ne Alman Markının ne Fransız Frangının tarih boyunca olmadığınca güçlü ve sağlam! Üstelik artık Dünya çapında ülkelerin hazine rezervleri için bir para birimi haline gelmiş. Böylece özellikle Almanya ve Fransa’nın endüstri ihracatı da eskiden karşı karşıya kaldığı tehlikeleri aşmış.

Öyleyse bu telaş neden? Yoksa asıl amaç, fırsattan istifade yeni iktidarlar mı oluşturmak? Yunanistan ve İtalya başbakanları değiştirildi. Her ne kadar Almanya Şansölyesi Merkel, her gittiği yerde ısrarla “Amacımız kesinlikle bu ülkelerin içişlerine karışmak değildir.” dediyse de, tüm dünyanın gözü önünde olan biten şudur: İki ülkenin seçimlerle işbaşına gelmiş hükümetleri tehditle alaşağı edilmiş ve hükümetlerin başına kim oldukları bilinen başbakanlar kooptasyonla atanmıştır. Sırada daha başkaları da var. Portekiz, İspanya, İrlanda... ve hangi Doğu Avrupa ülkeleri?

Nasıl oldu da bu kriz birden bu ülkelere yayılıp, Avrupa’yı telaş içine düşürdü? Kısa bir süre önce, Euro bölgesinin bugünkü “sakat” ülkelerinde hiç de ekonomik zorluklarından filan bahsedilmiyordu. Hatta Portekiz, İspanya ve İrlanda’nın ekonomik gelişmeleriyle, elde edilen bütçe fazlasıyla övünç duyuluyordu. (Yoksa ben mi olayları izleyemedim?) Asıl ekonomik krizin baş gösterdiği ABD ve Japonya’nın kılı kıpırdamazken, ne oldu da bu görece küçük Avrupa ülkelerinin üstüne çullanılıyor?

Sakın bu işin ardında başka bir dayatma, bir çeşit “üç kağıt” olmasın? Mesela, global çapta spekülasyonlarla yüz milyarlarca Euro’nun yok olmasına neden olan (daha doğrusu kimi spekülatörlerin kasalarına akıtan) ve göz göre göre uçurumun kenarına gelen bankaları kurtarma operasyonu? Hani şu, global sermayenin dayatmasıyla başlatılan ve hızla oldu bittiye getirilen, çoktan da unutturulan operasyon... AB ülkelerinin tehdit ve baskı altında, kasalarından milyarlarca Euro akıtarak, devlet tahvilleriyle oynayarak, kefaletler üstlenerek bu kurtarma operasyonuna katılmak zorunda kalmaları olmasın asıl sorun? Yoksa “ekonomik kriz” nasıl oldu da birden okyanusları aşıp Avrupa’ya sıçradı da “devletlerin krizi” haline dönüştü?

Bu Merkel’ler, Sarkozy’ler, kooptasyonla atanmış başbakanlar, Dünya Bankası’nın, Avrupa Merkez Bankası’nın filan yöneticileri neden koşuşturup duruyorlar? Yoksa, global sermaye piyasasının devleri arkalarından kovalıyor ve bunlara yön veriyor olmasın? Bu arada, kendi merkez bankalarından ve Avrupa Merkez Bankası’ndan son derecede düşük faizlerle aldıkları kredileri devletlere yüksek faizlerle borç veren, uluslar ötesi sermaye piyasasının kumarbazlarıyla aynı masaya oturup kumar oynayan bu devler de eski olanaklarını yitirecekleri için telaşa kapılıyor olmasınlar?

Bu global siyasal projenin aslında iki cephesi var: Biri, ekonomik hakimiyet. Diğeri de çalışarak yaşamak zorunda olan yüz milyonlarca insanın tarih boyunca mücadelelerle kazandığı hakları geri almak! Onların boynuna yeni prangalar geçirmek. Yunanistan’da olana bakın! Hükümetin başına kooptasyonla başbakan atamak yetmiyor, bir ülkenin parlamentosunun kendi bütçesini yapma hakkı bile elinden alınıyor. Ülkeye dayatılan sözümona krizden kurtuluş planında ne var? Ücretlerin kısılması, emeklilik yaşının yükseltilmesi, emekli aylıklarının düşürülmesi, her türlü sosyal hakların budanması, kar getirebilecek devlete ait tüm işletmelerin özel sektöre devredilmesi... Hayret! Bunca kakofoni arasında, askersel harcamaların kısılmasıyla ilgili tek sözcük geçmiyor! Aynı şey İtalya, İspanya ve sıradaki diğer ülkeler için de geçerli.

Şu sıralarda global sermayenin sloganı tektir: “Hazır yığınların örgütlü direnişi yükselmemişken, hızla ve acımasızca neo-liberal yağmaya devam!” Ama Yunan halkı sokaklara dökülmüş, İspanya’da, Portekiz’de, İtalya’da protesto eylemleri gittikçe sıklaşıyormuş. ABD’de borsa dolandırıcılığına karşı giderek daha da yaygınlaşan bir tepki varmış... Önemi yok! Fırsat hala kaçmış değil. İktidar onlardadır. Gerekirse hükümetleri düşürürler, isterlerse savaş çıkarırlar. İktidar onlarda oldukça bu yağma devam edecektir! Daha yaygın, daha hızlı, daha derinlemesine!

Biraz dikkatle etrafına bakan, komşuda pişenin Türkiye’ye de düştüğünü görebilir. Yıllar önce başlayan içişlerine ve ekonomiye müdahale henüz bitmiş değil. Arkası gelecek.

Boz Mehmet’ler, Çakır Emine’ler aslında bu oyunu anlayabilirler. Yeter ki, süreçleri izleyen, şaşırtıcı görüntülerin ardındaki gerçekleri somut olarak saptayamasa da kestirebilen, bu bela selinin hangi kaynaktan beslendiğini bilen küçük, çok küçük azınlık onlara bunu anlatabilsin. Anlatmak da yetmiyor, dahası onların bu çarklardan kurtulmaları için yol göstermeyi başarabilsin.