Taş ve Halka

Zoşçenko'nun bir öyküsünün kahramanı, insanların ne kadar kötü, vurdumduymaz, eğitimsiz, kültürsüz, toplumsal sorumluluklarından uzak filan olduğundan yakınır. Yoldan geçen bir adamın elindeki şişeyi düşürdüğünü, şişenin kırıldığını, ama onun hiç arkasına bakmadan yürüyüp gittiğini görmüş, bu duruma içerleyerek, beklemeye başlamıştır bir kapının eşiğine oturup. Bakalım kimsecikler buna müdahale edecek midir... İşte o yakınmaları da, insanların o cam kırıklarını bir kenara süpürmeyi akıl etmeden, üzerine basa basa yollarına devam etmelerini gözlediği sırada savurduklarıdır. Uzun zaman gözler, uzun zaman öfkelenir... Ne olmuştur canım bu topluma böyle!

Bir "aydın" tipolojisine pek uyduğunu düşündüğüm için, zırt pırt alıntıladığım Nabokov'un Rex'iyle buluşan bir karakterdir bu. O da, yeni boyanmış bir banka oturmak üzere olan kör adamı uyarmaz, duruma müdahale etmez ki, karikatürüne gerçek hayattan bir malzeme çıkarmış olsun...

Georges Suffert'in "Sedire Yangelmiş Aydınlar"ını da işin içine katarak, bunlardan hareketle, "sol" entelektüeller üzerine birşeyler karalama niyetindeyken, ABD'de yapılan bir ankette, sosyalizmi tercih edenlerin sayısının arttığının saptandığı haberi çarptı gözüme. Sistemlerin adı zikredilmeden, ne sundukları sıralandığında çıkmış ortaya bu durum. Bunu Türkiye'de de, dünyanın herhangi bir köşesinde de deneseniz, bu sonucu elde edeceğinizden kuşku yok.

Kapitalizmin dünyaya dayattığı para-kâr sistemin arazlarıyla, sosyalizmin insan merkezli projelerini karşılıklı kefelere koyduğunuzda, sistemden nasiplenen bir avuçluk kesim dışında kalanların eğiliminin bu yönde olmasından doğal bir şey yok. İşte muazzam çelişki, bu noktada zaten. Özlenen dünya ile, kabul edilip bir parçası olunan dünya arasında, ataletin, var olandan yana kefeye yüklenmesi.

Cam kırıklarının süpürülmesini bir eşikte oturup dileyenlerle, körün banka oturmasında kendi çıkarını bulanlarla tanımlanabilecek bir handikap.

"Doğruları söylemek yetmiyor" diyorduk ya, gerçekliğin bu kesitinde, doğruları kabullendirmek de öyle. Ataleti kırmadan, gönüllerdekini ete kemiğe büründürmeden, cam kırıklarına basmayı, boyalı banka oturmayı, homurdanarak sürdürecek gibi insanlık.

Öyle anlar vardır ki, bir mizahi eleştirinin konusu olan, haklı olarak tepki uyandıran ve "başımızdaki bela"nın sürgitliğinin müsebbibi konumundaki tipler, aynı zamanda elinizdeki malzemenin elek üstünde kalmışlarına dönüşür.

Tabii, işin sadece bir yönü, konu gereği üzerinde durduğumuz bu olgu. Örgütlenmenin ve güçlü bir hareket yaratmanın daha onlarca bileşeni, önünde çok daha kuşatıcı maniaları var. Ama bir yerden başlanacaksa işe, taşın düştüğü yerde beliren ilk halkalanmalardaki homurdanmalar da öncelik alabilir.

Bazı suların artık kirlendiğini, bulandığını düşünüyorsak, diyelim taşı yepyeni sulara attık, bu yine değişmez. Ama kilit nokta şudur: Suya giren, ıslanan taş olmak. Kıyıdan, halka yaratılmıyor.

Sistemden yaygın şikâyet yaratmak, suya girdiğimiz noktalarda oluşan şikâyet halkalarını sürekli taşlarla buluşturmakla, genişleyen halkalar yaratmakla olacaksa, kapı eşiğinde oturanları, ağaç arkasına sinenleri, durgun su halkaları olmaktan çıkarıp, yeni halkalar doğuracak taşlara dönüştürmenin yollarını bulmak, önceliğimiz olur.

Mızırdanmaları, birilerinin çıkıp bu işleri düzeltmesini, gereğini yerine getirmesini bekleyenleri, bu bekleyiş içinde küçük ulufelerle oyalananları taşa tutmak da diyebiliriz, açıldıkça silikleşen halkalardan en yakındakileri dalgalandırmaya.

Suya giren taş olursak, ıslanırsak...

Bu pek kolaycı bir yaklaşım mı? Belki, su üstünde taş kaydırmaya, yüzeye şöyle bir temas ede ede ötelere gitmekten keyif almaya fazla alışmışızdır da, bu yolculuğun sonunda halkaları göremeyeceğimiz bir noktadan suya gömülmeyi "aşkınlık" sanmışızdır...