'Her gün değişen ikiyüzlülük arasında yitirilecek zaman kalmadığı gibi emekçiler yönünden meşruiyetinin kalmadığı açık olan düzen hukukuyla da oyalanacak zaman kalmadı.'

İkiyüzlülükte sığınılacak yer aramak

İkiyüzlülüğü ideolojiye, toplumsallığa, siyasete taşıdığımız zaman, sınıflı toplumlarda egemen sermaye sınıfının, sınıfsallık yokmuş gibi göstererek, sömürü için her yolu denemesi, kandırması, hukuku da bu amaçla kullanmasıyla karşılaşırız.

Son günlerde yaşanan Anayasa Mahkemesi (AYM) ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) kararlarına karşı tavır ve büyükelçiler krizinde de ikiyüzlülük açıkça sergileniyor.

İşlerine gelince hukuktan, hukuk devletinden ve ilkelerinden söz eden siyasetçiler -ki o hukuk da kendi düzenlerinin hukuku, burjuva hukuku- işlerine gelmeyince hukuku ve o hukuka göre verilen ulusal/uluslararası mahkeme kararlarını tanımıyorlar -ki bu da aynı düzenin tavrı-.

Şimdilerde TÜSİAD raporuyla da gönderme yapılan AKP’nin 2007’ye kadar sürdüğü savlanan ilk döneminde, 2004 yılında (5170 sayılı Yasayla) Anayasaya eklenen bir tümce “1982 Anayasasında sessiz devrim” olarak da tanımlandı. Anayasanın “Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma” başlıklı 90. maddesinin son fıkrasına eklenen tümceye göre:

“Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas” alınacak. Yani uluslararası sözleşmelerle yasa hükümlerinin, temel hak ve özgürlükler konusunda çelişmesi durumunda ortaya çıkacak uyuşmazlıkta hangisine öncelik verileceği konusunda duraksamaya düşülmeyecek, uluslararası sözleşmeler uygulanacak.

Bu sözleşmeler içinde İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS) hükümleri ve yorumcusu İHAM kararları önemli yer tutuyor. AKP’nin yaptığı bu eklemenin genel gerekçesinde de:

“(…) Dünyada, gelişen yeni demokratik açılımlara uyum sağlanması, açılıma uygun bir şekilde temel hak ve hürriyetlerin, evrensel düzeyde kabul edilmiş standart ve normlar ile AB kriterleri seviyesine çıkarılması amacıyla kanunlarımızda düzenlemeler yapılması ihtiyacı temel yasamız olan Anayasada da değişiklikler yapma zorunluluğu doğurmuştur” deniliyor.

2004 Anayasa değişikliğinde “ölüm cezası” da yasaklandı anımsanacağı gibi. Canları sıkıldıkça ölüm cezasını getireceklerini de söylüyorlar.

Burada 2004’den sonrasını bir not olarak anımsatalım. AKP tarafından 2007’de Ergun Özbudun başkanlığındaki (Zühtü Arslan, Yavuz Atar, Fazıl Hüsnü Erdem, Levent Köker, Serap Yazıcı’dan oluşan) akademik komisyona yeni bir anayasa önerisi ısmarlandı. Bu önerinin egemenlik maddesinde, “Milletlerarası ve milletlerüstü kuruluşlara üyelikten kaynaklanan sınırlamalar saklıdır” hükmü yer alıyordu. Milletlerarası andlaşmalar maddesinde de “Kanunlar, usulüne uygun olarak yürürlüğe konulmuş temel hak ve hürriyetlere ilişkin milletlerarası andlaşmalara aykırı olamaz” önerisi getirilmişti.

Bu, uluslararası ilişkilere daha da bağlanılacak anayasa önerisi bütünsel olarak geçirilemedi. Dönemsel özelliklere göre parçalanarak bugünlere gelindi. Öneriye göre daha esnek ve uygulamada keyfiliğe açık olan 2004 değişikliğine de dokunulmadı.

  “Bugün neredeyiz” derken, dönülmesi istenilen dönemin (12 Eylül darbesi ve Kemal Derviş politikalarıyla birlikte) yine AKP dönemi olması, AKP’nin durumunu anlatsa da sömürücü düzenin durumunu anlatmaya yetmiyor, hatta gizlemeye de yarıyor.

Birilerinin savunduğu, birilerinin işine gelmedikçe tu kaka ettiği AYM ve İHAM’nin sınıfsallıkları konusu yadsınabilir mi? En yeni ve kapsamlı örnek olarak her iki mahkemenin hukuk tanımayan OHAL KHK’lerine verdikleri onay hâlâ emekçi halk üzerinde kara bulut olarak duruyor.

Anayasanın 90. maddesi, Anayasada özel bir görevlendirme yapılmadığı için yasama, yürütme ve yargıyı, bütünsel olarak devleti tüm süreçlerde kapsıyor. Örneğin çalışma yaşamına ilişkin hukuksal düzenlemeler de Anayasaya ve uluslararası sözleşmelere uygun olacak. Ama gayet açık, ne yasal düzenlemeler yapılırken ne de uygulanırken emekçilerin hak ve özgürlükleri dikkate alınıyor. Kaldı ki kimi kararlarında İHAS ve İHAM’yi dayanak yapan Anayasa Mahkemesince de 90. maddenin yeterince dikkate alınmadığını, ihmal edildiğini ya da ilgili Anayasa ve yasa kurallarının farklı yorumlanarak çalışanlar aleyhine karar verildiğini de biliyoruz.

Hukuk devletine çağrı yapılırken, kapitalist/emperyalist düzen yönünden, düzen hukukunun ilkelerini savunma ve siyasi iktidarı ve de onun yargısı içindeki sapmaları hizaya çekme yönünden, mücadelelerle kazanılan hak ve özgürlükleri koruma yönünden, ters bir durum yok. Ama burada duraklayarak hukukun sınıfsallığının perdelenmesiyle burjuva hukukunu, düzeni savunma durumuna düşülüyor; bir çeşit boşluğa düşülüyor.

Hukuk devleti ilkeleri adına hukukun ve yargının sınıfsallığını devre dışı bırakan yorum ve değerlendirmelerin aynı zamanda siyasetin ve toplumun sınıfsallığını da unutturduğunu, sonuçta kazananın sermaye sınıfı olduğunu altını çizerek anımsatmadan geçemeyiz.

Büyükelçiler krizinde kimin geri adım attığı, kim kazandığı tartışması anlamsız. Viyana Sözleşmesinin 41. maddesi, büyükelçilerin açıklamalarının dayanağı olarak malumun ilanı. Sermaye sınıfı ulusal ve uluslararası düzenini korudu, koruyor; gerçek bu. Hem kapitalizme/emperyalizme sarılacak hem de onun yasalarını uygulamayacaksınız, yediremezsiniz… Olası askı ya da çıkarılma yaptırımının da aynı düzenin içinde olacağı unutulmamalı.

İHAM’ye gitmeden önce AYM’ye bireysel başvuru hakkını da AKP getirdi. Ne AYM ne İHAM, kısmi bireysel hak ve özgürlük örnekleri dışında sömürülen sınıfın mücadelelerle kazanılan hak ve özgürlüklerinin gasp edilmesi konusunda etkililer mi?

Kapitalizmin, emperyalizmin hukuku sömürü düzeninin istikrar belgeleri olarak yerini alıyor, mahkemeler de o hukuku düzenin ihtiyacına göre yorumluyor. Adını da hukukun üstünlüğü, insan haklarına dayalı hukuk devleti koyuyorlar. Duruma göre dinsellikten de destek alıyorlar.

Sermayenin ve siyasal iktidarın halkların güvenliğini tehlikeye atacak çıkarcı maceralarına, bir durakta, parmak sayısıyla hayır demek, NATO üyeliği ve kapitalist/emperyalist ilişkiler sürdükçe emekçilere de olsa olsa bir durakta dokunmaya çalışacak. Düzen değişmedikçe sömürü yolculuğu sürmeye devam edecek.

Her gün değişen ikiyüzlülük arasında yitirilecek zaman kalmadığı gibi emekçiler yönünden meşruiyetinin kalmadığı açık olan düzen hukukuyla da oyalanacak zaman kalmadı. Emekçilerin hak ve özgürlüklerini örgütlenerek kazanmalarının önlenmesi için hak ve özgürlükleri bireyselliğe sıkıştıranlar, sığınılacak limanların da kendilerinde olduğunu dayatıyor.

Sömürü ilişkilerinin demokrasi ve hukukun, etnik veya toplumsal kökenin ve dinselliğin arkasına saklanmadığı ve ortadan kaldırılacağı eşitlikçi ve özgürlükçü bir düzen için mücadele örgütlülüğün gücüne bağlı.