Halkın olan piyasanın yapılamaz, satılamaz; satanlardan hesap sorulur, satılanlar geri alınır.

Satılık Değil

Anayasa Mahkemesinin, Türkiye Denizcilik İşletmeleri Anonim Şirketi ve Devlet Demiryolları İşletmesi Genel Müdürlüğüne ait bazı limanların 49 yıldan az süreli sözleşme sürelerini 49 yıla çıkaran yasa kuralının iptaline ilişkin kararı özelleştirmelerin üzerine dikkat çekilmesine neden oldu. Adı üstünde “iptal” denilince biraz kulaklar kabartılıyor.

Benzer düzenleme daha önce 2022 yılının başında yasalaştı ve AYM tarafından (20.7.2022 günlü, E.2022/22 sayılı kararla) iptal edildi. İptalden beş ay sonra, kural, teknik oynamalarla yeniden getirildi ve (18.1.2024 günlü, E.2024/12 sayılı kararla) ikinci iptali yedi.  AYM ikinci kararında, ilk iptal kararında belirtilen gerekçelerin karşılanmadığını, ikinci kural yönünden Anayasa Mahkemesinin söz konusu kararından ayrılmayı gerektirir bir durum bulunmadığını vurgulamak zorunda kaldı. Burada artık alıştırılmış bir AKP becerisiyle karşı karşıya kalındı.

Bu kararla ne limanlar sömürücülerin elinden kurtarıldı ne de AYM özelleştirmelere karşı tavır takındı. AYM kapitalizmin rekabet ve girişim yasalarına uyulmasını istedi: Sözleşme süresi bitince yeniden ihale yapılmalıydı, ihaleye taraf olmak isteyenlere özgürlük ve eşitlik tanınmalıydı, bir girişimcinin kolay yağmacılığı için girişimcilerin özgürlüğü sınırlanmamalıydı. Limanların kamunun elinden alınması önemli değildi, özel girişimciler tarafından serbest rekabeti olası kılan ihale sürecinin uygulanmasıyla işletilmeydi asıl olan. Özel girişimin rekabet koşulları içinde yararlı yönde gelişmesine yardımcı olunmalıydı. Ki yeniden ihale limanların gerçek değerlerinin altında özelleştirilmemesine de yol açacaktı…

Özelleştirme kapitalizmin bunalımlarını aşma yolunda hızlı, etkin, ucuz, kolay bir araç olarak devreye sokulurken hem siyasal ve ideolojik olarak ulusal ve uluslararası büyük bir organizasyonun parçası yapıldı hem de hukuksal, yargısal ve yönetsel desteklerle sürekli beslendi. “Devlet”, “kamu” demek aşağılayıcı tavırların konusu oldu ve halkın içinde de taraftar bulan propagandalara başvuruldu. Düzen içi siyaset, kimi teknik başlıklar dışında, öze ilişkin direnişi gösteremedi.

1982 Anayasasının özgün metninde “özelleştirme”ye yer verilmedi. Ancak yasaklayan bir hüküm de yoktu, gerek de yoktu. Burjuvazinin özgürlük rejimi vardı. Formül çok basitti: Anayasada “devletleştirme”nin yasayla yapılacağı öngörüldüğüne göre devletleştirmenin tersi olarak “devletsizleştirme”, diğer deyişle “özelleştirme” de tersine işlemle yasayla yapılabilirdi.

1994 yılında çıkarılan (4046 sayılı) Özelleştirme Uygulamaları Hakkında Kanun cafcaflı amacıyla gözleri kamaştırdı: Ekonomide verimliliği artırma, kamu giderlerinde azalmayı sağlama ve Hazineye ait taşınmazları değerlendirmek suretiyle kamuya gelir elde etme amaçlarıyla özelleştirme yapılacaktı.

Anayasada “özel mülkiyet”, “girişim özgürlüğü” hakkı vardı. Bakmayın siz ilgili maddelerde “kamu yararı”, “sosyal amaçlar”, “milli ekonominin gerekleri” gibi sınırlamalar olduğuna. Anayasanın ekonomi politiği karşısında bu tür sınırlamaların özelleştirmeyi frenleyeceği gibi bir mütevaziliğin yağma, talan, sınırsız sömürü karşısında yaşama geçirilmesi olası mıydı?

Kaldı ki, 12 Eylül darbesinden yirmi yıl sonra, amaçlanan özelleştirme hedeflerine ulaşılamayınca, AKP gibi bir proje partisinin kurulur kurulmaz iktidara oturması, uzun yıllar boyunca iktidarda kalması kapitalist/emperyalist düzen yönünden hiç de zor değildi, iktidarda kaldı ve kalmaya devam ediyor. Sömürü düzeninde yasama organının kamu yararına faaliyetini kırmak da hiç zor değildi, adım adım kırıldı ve kırılmaktan öte sermayenin parlamentosu işlevi büyüdü, kamu yönünden işlevsizleştirildi. 

Hukuk devletinin kamu yararı, sosyallik, ulusal ekonomi, stratejik alanların özelleştirilmesine yasak gibi uyarılarının ve bunlar üzerinden yürütülen anayasal mütevaziliğin ne anlama geldiğini 1980’lerden bu yana gördük. AKP türü bir siyasi partinin iktidara yerleştirilmesinin nedenlerinden biri, halkı mütevazilikle oyalarken özelleştirmelerde vahşice gaza basması oldu. 

Uzun süre tersine işlem kuralına dayanarak Anayasa Mahkemesinin de destekleyici kararlarıyla sürdürülen özelleştirme, AKP’den önce Bülent Ecevit Başbakanlığındaki DSP, MHP, ANAP Koalisyon Hükümeti döneminde anayasal güvenceye kavuşturuldu. Anayasanın “devletleştirme” başlıklı 47. maddesinin başlığı “devletleştirme ve özelleştirme” yapıldı. İki ek fıkrayla özelleştirmeye anayasal dayanak, disiplin(!), esas ve güvence getirildi. 

Özelleştirme kapitalizmin en önemli politika ve uygulamalarından biri olarak varlığını hâlâ sürdürüyor. Sermaye kamunun olması gerekenlere türlü yöntemlerle el koyarak sömürü düzenini sürdürebilir kılarken hukuktan ve yargıdan da destek alıyor. Özeleştirmelerle birlikte dışa bağımlılık artıyor. 

Özelleştirme özel mülkiyeti ve özgür girişimi yaygınlaştırıp büyütürken ideolojik olarak üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine ve emekçilerin haklarına da saldırıyor. 

Sömürüsü her durumda derinleşen emekçiler özelleştirmeyi hukuksal mütevazilik içine çekmenin değil, bütünüyle ortadan kaldırmanın savaşımını vermeli. Kaldırmak yetmez özeleştirilenlerin ve sermaye sınıfı elinde olan tüm toplumsal üretim araçlarının devletleştirilmesi savaşımı verilmeli. 

Emekçiler yönünden sermaye sınıfına ve siyasal temsilcilerine satılacak hiçbir şey, verilecek hiçbir ödün yok.

Halkın olan piyasanın yapılamaz, satılamaz; satanlardan hesap sorulur, satılanlar geri alınır.