Emekçiler yaşamları üzerindeki söz haklarını sömürücülere teslim etmeyecek, örgütlü katılımla komünist belediyeciliği yaşama geçirecek.

Belediyeler: Kimin?

Merkezden yönetimin elinde TOKİ gibi kurumsal uygulamaları olmasına karşın, inşaat sektörü odaklı politika ve uygulamalarla yerinden yönetim arasındaki ilişki belediyeleri yerel halkın “yerel ortak gereksinmelerini karşılama” görev ve yetkilerini aşan daha kapsamlı hedeflere oturttu ve güçlendirdi.

Başı çeken bu rant alanıyla birlikte, yerelin tüketime, sermaye birikimine ve kâr hırsına birçok alanda çok yönlü katkısı var; sömürüye katkısı var. Toplumsal üretim araçlarının kimin elinde olduğu yerelde de önemli. 

20. yüzyılın sonlarının ve 21. yüzyılın yereli, kendi sınırlarına kapalılığı aşan, yerel kaynak ve olanaklarla yetinmeyen, ulusal ekonomi ve siyasetten kopuk olmadığı gibi, uluslararasıyla da ilişkiler içinde. 

Kapitalizmin neoliberal sürecinde “küreselleşmenin ikizi” olarak tanımlanan yerel yönetimler uluslararası piyasanın önemli pazarı durumunda. Uluslararası ticaret ve sermaye hareketlerindeki serbestleşme sonucu birçok alanda doğrudan alıcı konumunda.        

Fatih Mehmet Maçoğlu’nun Türkiye Komünist Partisi Kadıköy Belediye Başkan adaylığı üzerinden başlatılan “bizimdir, başkasına vermeyiz” sahipliği saldırıya dönüştü.

Kentsel alt yapıdan altyapılı arsa üretimine, yenisi ve dönüşümüyle inşaat sektöründen emlak piyasasına, kiralık konutların çoğalmasından kira artışlarına, araç ve makinelerden ihalelere, yol ve geçitlerden kamusal alanlara, hizmet satın alınmasından özelleştirmelere, yerel kaynaklardan ulusal ve uluslararası finans hareketlerine kadar devasa bir piyasa iş ve işleminin komünist belediyecilikle kamusallaştırılmasından korkuyorlar. 

Maçoğlu’nun “Kadıköy’ü ranta kapatacağız, halka açacağız” savsözlü çıkışı en net yanıt. Nohut saldırıları, sömürücü düzenlerinin yıkılacağı korkusundan başka bir şey değil. 

Belediyelerin, kamu alanlarının satışı, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, imar planları, plan değişiklikleri, ruhsat işleri, denetim görev ve yetkileri başta olmak üzere o kadar geniş görev ve yetkisi var ki, “yapı denetim şirketleri”nin kurulmuş olması dahi bu alandaki güçlerini kıramadı. 

Konunun önemi ve anlamını kavrayan, en etkin biçimde değerlendiren AKP oldu. 2012 yılı sonunda büyükşehir belediyesi (BŞB) sayısını 30’a çıkarmakla yetinmedi.  BŞB sınırlarını, il mülki sınırı olarak belirledi; bu illerdeki diğer yerel yönetimleri, köyleri ve il özel idarelerini kaldırdı. 

Bu girişim bir yandan da eyaletler/federasyon devlet biçimine geçmeden üniter devlet içinde eyalet yetkileri olarak da tanımlanır. Ki, yıllardır süren valilerin seçimle gelmesi, belediye başkanlığı ile valiliğin tek kişide toplanması tartışmaları da bu kısmi özerklik isteklerinin emareleri olarak görülebilir. Yapılamama nedenleri, bölgesel dağılım ve özelliklere bağlı olarak ayrı bir tartışma konusu. 

Dört konuyu anımsatmakta yarar var:

Birincisi, başkanlı rejimle birlikte valinin “ilde cumhurbaşkanı temsilcisi ve idari yürütme vasıtası” yapılması ve “ilin genel idaresinden cumhurbaşkanına karşı sorumlu” olması.

İkincisi, görevden alınan belediye başkanları yerine atamanın (kayyum) vali, vali yardımcısı, kaymakam gibi mülki amirlerden yapılması. Asıl olan belediye meclisi üyelerinden seçim yapılması iken siyasal iktidar “seçimle gelenin yerine geçme”yi dayatıyor, baskısını ve gücünü artırıyor.

Üçüncüsü, cumhurbaşkanına bağlı “politika kurulları” arasında “yerel yönetim politikaları” kurulunun yer alması.

Dördüncüsü, Anayasaya göre idari vesayet İçişleri Bakanında ama merkez ile yerel yönetimler ilişkilerini Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı yürütüyor. Bu kargaşa bir yana tüm ipler yürütme organı olan cumhurbaşkanının elinde.

Girişe dönersek, belediyeler “yerel yönetimlerin ekonomi politiği devletin ekonomi politiğinden, kapitalist düzenin ekonomi politiğinden ayrılamaz” savına sarılarak bütünüyle sermaye sınıfının ve siyasi iktidarının yereldeki yönetim araçları olarak görülüyor. Seçimle gelen karar organları (belediye başkanı, meclis üyeleri) iktidarla aynı siyasetten olmayan belediyelere ise çeşitli hukuksal ve akçalı ilişkilerle ve denetim yollarıyla baskı uygulanıyor.  

Bu yaklaşımın özünde tıpkı genel seçimlerde olduğu gibi yerel seçimlerde de halkın genel oyunun sermaye sınıfı ve iktidarları tarafından çalınmasını, uzlaştırmayı görüyoruz. 

Yerelde seçme, seçilme hakkının özgün bir yapısı var. Bu özgünlük sermaye sınıfının ve siyasal iktidarının çizdiği sınırlar içinde yaşama zorunluluğuna karşı halkın gücü olarak da tanımlanabilir.  

Walter Benjamin’in “insanlar yaşamın kendisi üzerindeki söz haklarını yitirdikleri ölçüde, yaşamın kendisi değil, bazı odaklarca estetize edilmiş replikasını yaşamakla yetinmek zorunda kalırlar” sözü sömürüyü reddedenlerce yerelde daha net anlaşılıyor. 

Belediyeler sermaye egemenliğinin ve sömürünün derinleştiği yereller olmaktan kurtarılacak. Emekçiler yaşamları üzerindeki söz haklarını sömürücülere teslim etmeyecek, örgütlü katılımla komünist belediyeciliği yaşama geçirecek.