'Unutmamakta yarar var! Bir ülkede faşizm varsa eğer, orada daha önce ıskalanmış bir devrim ihtimali vardır!'
Burjuvaziye göre, her şeyin başladığı o uğursuz döneme gitmeden önce bir yanlışı düzeltmek zorundayız. Bugün, nasıl bir insana ihtiyacımız var? Bugün, kırılan camları değil, yok edilen yoksul hayatları dert edinen insana ihtiyacımız var...
1793 uğursuzluğu burjuvaziyi tüm ruhuyla titrettiğinde, bir kavram propaganda da öne çıktı. ‘Terör Dönemi’, sağ duyu sahibi ehil insanların tüylerini bugün bile diken diken ediyor. Terör kavramının kendisi başlı başına bir ideolojik silaha doğru evrilirken, Maximilien Robespierre’in bu kavramı çok başka bir gösterge biçimi olarak algıladığını biliyoruz. Yoksulluğa, çaresizliğe ve ölüme mahkum edilen kitlelerin, silah depolarını basması ve en temel hukuki hakkını ‘devrim yapma’ hakkını kullanabilmek için ‘sans-culottes’ların erişimine açması analarının ak sütü gibi yasal haklarıdır. Burjuvazi iktidara yerleştiğinden ve kitle iletişimi denen çılgınlığı yönettiğinden beridir bu tür yasal haklarımızdan bihaber, toplumun en dibine itilenlerin şiddet patlamalarını ‘terör’ ve ‘yağma’ denkleminde düşünmeye devam ediyoruz. Demek ki iktidar, kültürü ve işçi sınıfını kompartımanlara ayırmayı başarabiliyor. Bu illüzyon devam ettiği ve işçi sınıfını temsil ettiğini söyleyen siyasi yapılar burjuvazinin kavram havuzundan etkilendiği sürece devrim rüyası görmeye devam edeceğiz.
Akademi denen bilimsel dolandırıcılık sistemi içerisinde Antonio Gramsci’nin tezleri garip bir biçimde kitlelere anlaşılması zor, erişilemez bir düşünsel kutsal dağ biçiminde pazarlanıyor. İlerleyen satırlarda aslında Gramsci’nin o kadar da anlaşılması zor tezler ortaya atmadığını ve kişileri putlaştırmanın sadece onların metalaştırılan değerlerine değer katmaktan başka bir işe yaramadığını göreceğiz.
Propaganda kendi içerisinde komedi gibi görünen gediklere sahiptir. Örneğin, Mustafa Kemal’in Jakobenler kadar kan dökmemiş olması üzerinden garip bir analoji kurulur. Gariplik şuradadır, gerçekte Jakobenler abartıldığı gibi Paris’i kan havuzunda yıkamamıştır. Robespierre’de kanlı bir diktatör ya da şeytan değildir. O, ölüm cezasına tüm varlığıyla karşı çıkan bir devrimcidir. Yazar Eric Hazan, güçlü itirazlarla Jakoben evrenin, Thermidorcu propagandanın kurbanı edilmesine itiraz eder. Aslında tarihin seyri şu şekilde ilerlemiştir: Thermidorcular, Jakobenlerin ruhuna rahmet okutacak biçimde burjuvazinin bugün tanımladığı kötücül terörü, tüm topluma uygulamıştır. Thermidorcu dönemde giyotin durmaksızın çalışmıştır. Propagandanın şevkine kapılmayan bir İngiliz tarihçi de Jakoben iktidarı döneminde giyotinle yüzleşmek zorunda kalan insanların sayısının abartıldığını söylemektedir. Demek ki Jakobenler, insanları giyotine göndermekten garip bir biçimde sapıkça zevk alan insanlar falan değildir.
Fransa’nın bugününe bakarken ortalama bir kitle iletişim seyircisi, medyanın kendilerine biçtiği rolü oynamaya ve medyanın kavram yelpazesinden edindiği kavramlarla birlikte olayları deşifre etmeye devam ediyor. İşçi sınıfını, işçi sınıfına karşı renkleri, inançları ve diliyle düşman ediyorlar. Oysa çok öykünülen İngiliz düşüncesinde kısa bir yolculuğa çıkalım. Öykünülen devrimlerin ve insancıl geçişin biricik örneği İngiltere’nin çok özel düşünürlerinden biri olan David Hume, krala ve ailesine bazı önemli uyarılarda bulunmuştur. Hume, toplum sözleşmesini hatırlatarak, kral bu sözleşmeye uymadığı takdirde halkın devrim yapma hakkına, hatta kralın kellesini alarak yeni bir sözleşme hazırlamaya hakkı olduğunu söyler. Ne kadar kaba, şiddet ve terör yanlısı gibi görünüyor öyle değil mi? Hume, bugün bunları yazmış olsaydı muhtemelen terörist olarak yargılanması içten bile değildi.
Fransa’da yaşananları bu tarihsel pencereden göremeyen biri, sosyal medyada karşılaştığı korku dolu görüntülerle sağ retoriğin esiri edilmektedir. Bu yüzden devrimci hareketin farkını ortaya koyması ve yeni dili kurgulaması gerekir. Ülkeleri emperyalistler tarafından talan edilenlerin, demokrasi masalı altında desteklenen diktatörlüklerin kurbanları olanlar, göç ettikleri ülkelerde eğitimden ve tüm insani çabalardan dışlanmışlardır. Hatta Fransa’daki polis sendikasına göre ezilmesi gereken böceklerdir! 1 Tüm varlığıyla yok edilen bu insanlar için 12 saatlik ezici bir kölelik rejiminden başka bir seçenek bırakılmamıştır. Güvencesiz ve geleceksizdirler. Çocukları itildikleri banliyölerde uyuşturucuyla kuşatılmıştır. Fransa’da gördüğümüz şey, bu insanların yeniden insan olduklarını topluma hatırlatmasından başka bir şey değildir. Dilsiz bırakılan, toplumsal yaşamdan uzak tutularak her gün öldürülen işçi sınıfının ‘yeter artık’ deme biçimidir. Öncüsü vardır ya da yoktur. Öncüsüz olmaları, bunun politik bir zaferle sonuçlanmasına engeldir. Ancak insanlar öncüleri yok diye isyan etmekten, arabaları ters çevirmekten ve yakmaktan vazgeçmezler.
Gramci’nin bakış açısıyla devam edecek olursak. Avrupa’da ve Türkiye’de bir yarı-aydın sorunuyla karşı karşıyayız. Elbette burada iktisat temel belirleyen durumundadır, düzenin memuru kılığına bürünmüş ve konfor alanına sıkışıp kalmışların, medya eliyle yüceltilen görüşlerine boca ediliyor zihinlerimiz. Bu yarı-aydın kavram terörünün, gözyaşlarımızı spor arabalara ve lidl mağazasına dökmemize neden olduğunu ve bu hegemonya mücadelesinin insanlığa giriş ya da insanlıktan çıkış olarak noktalandığı bir eşikte durmaktayız. Liberaller kullanıyor diye terk ettiğimiz tüm kavramlar iktidarın cephaneliğinde etkili ideolojik mermilere dönüşüyor. Statüko, bu kavramlarda sadece biri.
Statüko’nun ekseninden ve dilinden çıkamayan devrimci partiler pratiğini aşamazsak eğer, hepimizi karanlık bir gelecek bekliyor. Zira, tarihin altın madalyonu bir kez daha bir sarkaç gibi salınmaya başladı. Bu sarkacın bir ucunda devrimler var, diğer ucunda ise faşizm. Avrupa faşizmi, Türkiye’ye mesajlar göndererek etki alanını genişletiyor. Emperyalizmin demokrasi maskesi altında işgal ve talan ettiği ülkelerin göç eden ve gettolara sıkışan insanlarını rengiyle, inancıyla ve isyan ediş biçimiyle suçlu birer terörist ilan etmeye çalışıyor. Terörist ilan edilenler, yaş ortalaması 17 olan çocuklar. Çocukları birey olarak görmeyen ve onlara isyan hakkı tanımayan toplumlar için şok edici bir gerçek daha!
Fransa’yı tanıyanlar bilir. Çok okuyanların ne kadar bildiğinden ise o kadar emin değilim. Çok okuduğunu sandığımız arkadaşların parlak fikirleriyle ortamı nasıl zehirlediklerini ise ibretle izliyoruz. Fransa’da en küçük eylemde bile arabaların ters çevrilmesi ve barikat kurulması kimsenin tartışmaya dahi açamayacağı bir kültürdür. Buradaki esas sorunumuz, bu direniş kültürünün tüm dünyaya sağlıklı bir biçimde neden yayılamadığı olmalıdır. Büyük Paris Komününü şatafatlı törenlerle anmaya meraklı insanların, o dönem yaşananlarla ilgili gerçekten bir fikri var mı? Mağazaların camları kırılmamış ve koca saraylar hiç yakılmamış gibi davranmanın yoksul işçi sınıfının mücadelesine katkısı nedir?
Peki, klasik edebiyatı yüce kılan nedir? Klasik romanlar, yazarlarını aşan ve onların siyasi düşüncelerinin kontrolünden çıkan sarsıcı metinlerdir. Bir Fransız romanında olduğu gibi, yoksul kadınların yoksulluğunu istismar ederek onların bedenlerini sömüren bir bakkal dükkanı sahibi, ayaklanma sırasında cinsel olarak sömürdüğü kadınların eline geçmiştir. Mülkiyetine tapındığı ve onu bir güç olarak kullandığı dükkanı tüm yoksullar tarafından boşaltılmaktadır; yoksullar açlığını giderirken bir yandan korkunç şimşekler, yıldırımlar isyancıların zihinlerini çarpmaktadır. Yazar, duyuyor musun, görüyor musun, şimşekleri diye haykırmaktadır! Ayran budalası okurların göremeyeceği ışık ve gürültü huzmeleridir bunlar. Robespierre, Fransız yoksullarının adalet çağrısıdır bu der! Ve bir tarihi propaganda putunu daha yıkarak ilerleyecek olursak, karşı devrimcilerin başlarının bir bir düşmesini isteyen Jean-Paul Marat bile Robespierre’in görüşlerini zaman zaman marjinal bulmuştur. Konvansiyonda özel mülkiyetin sınırlanması çağrıları yapmaktadır halkın avukatı. Fransız kadını, çocuğuna ekmek götürecekse bu özel mülkiyet hukukuyla mümkün değildir. Kadınlar tarafından yere yatırılan mülkiyet ve güç sahibi adamın pantolonu zorla sıyrılır, kadınların içlerindeki en sessiz ve en naif olarak görülen kişilerden biri o anda en ön saflardadır. Adalet çağrısı onu en öne itmiştir. Mülkiyet sahibinin penisi bedeninden ayrılırken hiç kimse gelen adaletin karşısına dikilmeye cesaret edememiştir. “Ayyy! Ne kadar kaba saba şeyler bunlar, daha insancıl bir yol yok mu?” diye tüm bu satırları okuyorsanız, geçmiş olsun. Yukarıdakiler duyar mı hiç bilmiyorum ama bir seslenmekte yarar var! “Heyyyyy yukarıdakiler! Biz aşağıdakiler paramız olmadığı için çocuklarımıza hayalini kurduğumuz eğitimi aldıramıyoruz! İş yerlerinde her gün robot gibi çalışıyor ve arızalandığımızda bir robot gibi, tıpkı bir yılkı atı gibi bir kenara bırakılıp atılıyoruz!”. Yurttaşlar, yurttaş olmaktan çıkarılmıştır. İnsanlar yaşadıkları ülkenin dilini bile öğrenememektedir. İngiltere’de sendika lideri Mick Lynch, bu tehlikeyi görmüş ve acil eylem çağrısında bulunmuştur. İşçi sınıfı bölünmektedir, göçmen işçiler köleleştirilmekte ve yaşam yerleri dahi sınıfın ekseninden koparılmaktadır. Bu kompartımanlara ayırma siyasetinin işçi sınıfının felaketi olacağı kesindir. Lynch’in sözlerini deşifre edelim! Yoldaşlar! Engels’in üniversitelere örnek olarak gösterdiği okuma gruplarını ve işçilerin bilgiye olan açlığını hatırlayın! Devlet görevini yapmıyor ve eğitimden tamamen çekilmiş durumda. Öyleyse biz varız! Sendikalar ve işçi sınıfı partileri kolları sıvamalı ve bu insanlara dil öğretmeli, sosyal ortamlar inşa etmeli ve onları sınıf mücadelesine kazanmalıdır. Bunu onların şiddetli eylemlerini ‘terör’ olarak niteleyerek yapamayız.
Öyleyse hatırlayalım. Yıllar yıllar önce bir TKP eyleminde sınıf partisinin özelliğini görmüştük. Hafızam beni yanıltmıyorsa ki yanıltıyorsa da bu konuda okurlarımın desteğini isteyeceğim. ODTÜ’ye McDonald's yapılmak isteniyordu ve devrimciler bunu protesto etmişlerdi. Ne yazık ki bu eylem sırasında McDonald's’ın o canım camları kırılmıştı. Medya bu camları öyle bir dert edindi ki ah camlar! Vah camlar! Devrimcilerin cevabı hazırdı ve bir o kadar da güzeldi. McDonald's’ın camları sigortalıydı ama orada çalışan işçiler sigortasızdı. Dert edinecekseniz bunu dert edinin! Evet, Fransa’da hayıflandığınız o mağazaların ve içindeki malların sigortası var. Ancak ayaklandıkları için her türlü melanetle lanetlediklerinizin ne eğitim ne de sağlıktan yararlanmaya hakları var...
Bir sarkaç gibi salın tarihin altın madalyonu! Bu salınımın sonunda ya lanetliler devrimi yapacak ya da bu devrimi ıskalayarak, bir faşizmle yüzleşecek. Unutmamakta yarar var! Bir ülkede faşizm varsa eğer, orada daha önce ıskalanmış bir devrim ihtimali vardır! 2
- 1. Engin Solakoğlu’nun ‘Serserinin şarkısı’ başlıklı yazısını okumalısınız (Y.N). https://haber.sol.org.tr/yazar/serserinin-sarkisi-379129
- 2. Fransa’daki gelişmelere dair okunması gereken bir röportaj: ‘SÖYLEŞİ | Fransa’da olaylar ve ‘liberal faşizm’ refleksleri’ https://haber.sol.org.tr/haber/soylesi-fransada-olaylar-ve-liberal-fasi…