Sinn Fein, İrlanda halkından gelen basıncı daha fazla gözardı edemeyeceği için İsrail Büyükelçisini istenmeyen kişi ilan etti ve samimiyeti ilerleyen günlerde test edilecek.

İrlanda: İsrail büyükelçisi sınırdışı edilmeli

Yaşadığımız yüzyılda Avrupa politik açıdan iki büyük kırılma yaşadı. Bu dramatik değişim, üzeri ince ve şeffaf bir örtüyle kaplanmış olan sömürgeci (Avrupa Merkezci), ırkçı yaklaşımın tüm veçheleriyle ortaya çıkmasını sağladı. Rusya-Ukrayna savaşı, 'ifade özgürlüğü ya da özgür konuşma' diye nitelendirilen temel Avrupa mucizesinin aslında kocaman bir yalandan ibaret olduğunu gösterdi. Neticede kaba bir ırkçılık ve savaş propagandası ortaya çıktı. Tüm bunları neden yazıyorum? Tarihsizleştirilen insanı, daha dün yaşadığı şeylere yabancılaşmasına engel olabilmek için. Tarihsizleştirme kavramına bu yüzden bir yönüyle müdahale etmeliyiz. 'Tarihsizleştirme' derken, binlerce yıl öncesinin tarihine duyarsızlaşan insanı kast etmiyoruz. Bireyin tanıklık etmesine rağmen yaşadığı olaylara çabucak yabancılaşmasını ve bu tarihi hızlı bir biçimde hafızasından silmesine işaret ediyoruz. Elbette burada bireyin özgür iradesini kullanarak, kişisel hafızasını sıfırlamasından söz edemeyiz. Kitle iletişim araçları marifetiyle (geniş anlamıyla gündelik yaşamın kendisiyle), kitleler bir cam fanusun içinde tıpkı Japon balıkları gibi yaşamaya zorlanıyor.

Peki, Avrupa'da bu şeffaf tül örtü nasıl kalktı? Tek bir örnek bunu net bir biçimde göstermeye yeter. Ukrayna savaşı başlar başlamaz, Avrupa'ya milyonlarca Ukraynalı mülteci akın etti. Gelen mülteciler derhal farklı bir hukuk statüsü kazandırılarak tüm insani koşullara, buna sosyal yardım ödenekleri de dahil pek çok haktan yararlandılar. Okullara gelen Ukraynalı çocuklar, kapıdan içeri girer girmez ayakta alkışlandı ve öğretmenler bu 'Avrupalı' çocukları bağrına bastı. Kimse diğer savaş bölgelerinden gelen insanlara nasıl davranıldığını sorun dahi etmedi. İşte Avrupa'yı bitirecek olan bu ikiyüzlü ve rezil ırkçı yaklaşım biçimidir. Tarihini 1493'e kadar götürebileceğimiz bu ırkçı 'Avrupa Merkezci' yaklaşım, savaşlarla kendisine güçlü bir yaşam alanı bulmuş gibi görünüyor. Afrikalı, Suriyeli, Iraklı ve milliyetini sayamadığım daha niceleri, tüm bu Avrupalı olmayan çocuklar acımasız göç yasalarıyla hırpalanırken sarışın ve mavi gözlü medeni insanlar utanmazlık düzeyinde bir pervasızlıkla el üstünde tutuldu. Sadece İrlanda'daki mültecilik deneyimlerine bakarak, siyah ya da esmer insanın açık bir ayrımcılığa maruz bırakıldığına tanıklık edebiliriz. Bir Afrikalı sığınmacı, mültecilik başvurusunun değerlendirilmesi için gerçekleştirilmesi gereken görüşmeyi on koca yıl boyunca beklemek zorunda kalabiliyor. İşte hukuk ve demokrasi dedikleri mucize böyle gerçekleştiriliyor. Tüm bu satırları okuyanlar, süreci abarttığımı ya da sözde dayattıkları o riyakarca objektiflik ilkesinden saptığımı düşünebilir. Oysa ne diyordu İrlanda Başbakan'ı Leo Varadkar: "TAOISEACH LEO VARADKAR has said that Palestinian refugees will not be granted the same temporary protection as Ukrainians and claimed that Ukraine is in a “different category”".1 'RTÉ Radio One’s Today' programına katılan Başbakan Varadkar, Filistin savaşı başlar başlamaz, Filistinli mültecilerin Ukraynalı mültecilerle aynı statütede değerlendirilemeyeceğini söylüyor. Avrupa Merkezci ideolojinin ne olduğunun tartışıldığı bir konferans düzenlenseydi eğer, oraya koca koca kitaplarla ve kaynaklarla katılmak yerine sadece İrlanda Başbakanı'nın açıklamalarını dosya halinde getirmeyi tercih ederdim. Daha önce de Leo Varadkar, Ukraynalı mültecilere farklı davranılmasının normal olduğunu, çünkü Ukraynalıların Avrupalı olduklarını iddia etmişti. İdeoloji, öyle esnek bir şey ki Avrupa Merkezcilik bunun en tipik örneği. Bu ideolojiye göre: Japonlar ve Tayvanlılar da gayet Avrupalı insan kategorisinde değerlendirilebilir.2 Yine örnek liderimiz Leo Varadkar, evine Ukraynalı bir mülteci alarak ne büyük bir fedakarlık yaptığına ilişkin gazeteye bir röportaj veriyordu. Dünya emperyalist savaşlarla inim inim inlerken nedense Başbakan'ın aklına bir türlü Iraklı ya da Ezidi bir mülteciyi evinde ağırlamak gelmiyor.3 Tüm bunlar üzerinde durmaya değmeyecek basit ayrıntılar değil. Dünyadaki yaşam, bireyler için hızlandıkça biraz durup soluklanmaya ve sakin düşünmeye ihtiyacımız var. Cehenneme giden yolun taşlarının nasıl döşendiğini merak ediyorsak ayrıntı gibi görünen, oysa dev bir gerçekliği oluşturan bu parçalara uzun uzun bakmak ve düşünmek zorundayız.

Demek ki bugün, Filistin trajedisinde Avrupa'ya örnek olarak gösterilen İrlandalı tutum hakkında bazı notlar eklemek zorundayız. Sosyal medya popülizmine kapılmadan, canımızı ne kadar sıkarsa sıksın gerçeğe olan bağlılığımızı kaybetmemeliyiz. İrlanda siyasetini yöneten merkezdeki iki akım Fine Gael ve Fianna Fáil tarafsızlık maskesi altında İsrail yanlısı bir tutum sergiliyor. Aksi düşünülemezdi. Bunun nedenini hemen yanı başımızdaki canavar komşumuza (İngiltere'ye) bakıp açıklamaya çalışacağım. Bu iki partiyi tarafsız görünmeye ve zaman zaman Filistin'de yaşanan etnik temizlik ya da soykırıma tepki göstermeye iten neden ise, İrlanda muhalefeti ve halkının bu konudaki net tutumudur. Özetle, artık net bir biçimde halklar ve hükümetler ayrışmaktadır. Hatta halklar ve merkez medya da ayrışmaktadır. Bu ayrışma ve tüm baskılara rağmen sokakta Filistin bayrağıyla direnen insanlar, bu süreçteki ender pozitif olgulardan biri.

Neden merkez siyaset İsrail'in canlı yayında işlediği suçlara sessiz? Sessiz çünkü, 'parayı veren, düdüğü çalıyor'. Sermaye muhalefeti ve iktidarı satın alıyor. İngiltere İşçi Partisi (The Labour Party), bu yüzden açık suçlara rağmen sesini çıkaramıyor ve partinin lideri Sir Keir Rodney Starmer, koltuğunu kaybetme riskine rağmen 'İsrail'in kendini savunması' tekerlemesini yineleyip duruyor. Ortaya çıkan bilgilere göre, Sir Starmer'ın gölge kabinesini İsrail yanlısı lobi grupları ya da bu kurumlara bağlı kişiler fonluyor. Otuz bir kişilik gölge kabineden tam on üç kişi bu yapılar tarafından finanse ediliyor. Ayrıca bunlar sadece ortaya çıkarılabilenler. Yani sayı bunun çok üzerinde olabilir. Fonlanan kişiler arasında partinin lideri Keir Starmer, Angela Rayner, David Lammy ve Rachel Reeves gibi isimler var.4 Bu tabloda İşçi Partisi, Gazze savaşına ilişkin ateşkes çağrısı yapamıyor, yapamaz da.

Gelelim geçtiğimiz günlerde İrlanda'nın İsrail Büyükelçisini istenmeyen kişi ilan eden Sinn Fein'e.5 Parti çok net bir biçimde yalpalıyor. Bu da çok doğal; buradaki köşemi yakından takip edenler bilecek ki partinin liderleri Gerry Adams ve Mary Lou McDonald ABD'li destekçileri İrlandalı Jeo Biden ile fotoğraf çektirme yarışına girmişlerdi. Sinn Fein'in yumuşak karnı, ABD merkez siyaseti ile olan bu yakın ilişkisi. Ayrıca İrlanda tarihinde görülmemiş bir biçimde siyasette etkinlik kazanan parti, düzen içi güçlerle çalışmaya hazır olmak zorunda. Bu zorlama partinin ilkesel tüm konulardaki tutumunu etkiliyor (Kuzey İrlanda meselesi buna dahil). Meclisteki tartışmalarda Kârdan Önce İnsan (People Before Profit) ve sol muhalefetin sert olarak nitelendirilen önerileri Sinn Fein tarafından boşa çıkarıldı. Yine Kârdan Önce İnsan hareketinin Belfast şehir meclisinde İsrail Büyükelçisi'nin sınırdışı edilmesi önergesi Sinn Fein tarafından engellendi.6 Tüm bu kaypakça tutum Sinn Fein liderliği ve partiyi oluşturan ana gövde arasındaki derin çelişkiyi gösteriyor. Parti, İrlandalı yoksul ve işçiler sayesinde ayakta. Bunda elbette milliyetçi söylemlerin etkisi var. Yine de bu kriz gösterdi ki 'Avrupa Merkezci' ideolojinin tüm yabancılaştırma hamlelerine rağmen İrlanda halkı acı geçmişini bir türlü hafızasından atamıyor. Elbette bu hafızanın diri kalmasında İngiltere'nin Kuzey İrlanda'da işgalci pozisyonunu sürdürüyor oluşu yatmaktadır. Sokak görüntüleri, barlar ve festivallerle uyuşturulan alıkların bu 'işgal' durumunu kavrayabileceklerini düşünmüyorum. Oysa ortada gerçekten askeri düzeyde bir işgal var ve İngiltere zaman zaman savaş makinesini göstererek İrlandalı Cumhuriyetçilere mesaj vermeyi ihmal etmiyor. Uzun lafın kısası, neyse ki Sinn Fein partiyi yöneten milyonerlerden ibaret değil. Bu belki başka bir yazının konusu ancak burada da değinmek gerekir ki İrlanda Meclisi'nde hatırı sayılır oranda milyoner politikacı var ve Mary Lou McDonald onlardan biri. McDonald'ın yıllık kazancı (2021 verilerine göre) yaklaşık 2 Milyon Avro.7 Sinn Fein, İrlanda halkından gelen basıncı daha fazla gözardı edemeyeceği için İsrail Büyükelçisini istenmeyen kişi ilan etti ve samimiyeti ilerleyen günlerde test edilecek. İrlanda muhalefeti tüm gücüyle birleşir ve bağımsız milletvekillerinden bazılarının da desteği alınabilirse İsrail Büyükelçisi sınırdışı edilebilir. Bu gerçekleştiği takdirde emperyalist komşusuna sürekli olarak insanlık dersi veren İrlanda bir ders daha vermiş olacak ve İrlanda halkı bu tutumuyla insanlık tarihine bir kez daha adını yazdırmış olacak. İngiltere'nin rezil muhalefetine bakacak olursak, böylesi bir tokatın çocukların bedenleri parçalanırken atılması gerekiyor.

Gelelim İrlanda medyasının Gazze'nin geleceği hakkındaki öngörülerine. Ayrıca bu konuyla ilgili Jonathon Cook imzalı bir yazı da yayımlandı. Bu yazıya atıf yapmamın sebebi, İrlanda medyası içinde konuşulanlarla yazıdaki argümanların örtüşüyor olması. Özetle: İsrail, Gazze'yi tamamen ele geçirebilmek için açık bir etnik temizlik (soykırım) yaparak Mısır'ı zorlayacak. Filistinlilerin Sina çölüne sürülmesi bu şekilde gerçekleştirilecek. Bombalama ve işgal devam ettiği sürece Mısır, hem ahlaki hem de politik açılardan kıskaca alınmaya devam edecek. Neticede bir noktadan sonra Mısır'ın direncinin kırılacağı tahmin ediliyor.8 İsrail'in bu planı İngiltere ve ABD tarafından destekleniyor. İsrail'in askeri çılgınlık olarak nitelendirilen bu eylemlerindeki temel hedefi Gazze'nin tamamen ele geçirilmesi ve Filistinlilerin sürülmesi. Yani mesele sadece Hamas'ın tamamen ortadan kaldırılması değil. Eğer öyle olsaydı yine uzmanların görüşüne göre daha farklı bir askeri yöntem izlenebilirdi. Oysa İsrail hiçbir kural tanımadan Gazze'yi bombalıyor ve çocukları acımasızca öldürüyor. Bu yıldırma saldırısı ya da daha açık bir ifadeyle halka karşı estirilen bu terörün nihai hedefi, dünyayı iki devletli çözümün imkânsız olduğuna ikna edecek gelişmelere kapı aralamak. Tüm bu gelişmeler yaşanırken İsrail Miras Bakanı Amichai Eliyahu, herkesi dehşete düşüren bir açıklama yaptı. Eliyahu, hem İsrail'in elindeki nükleer gücü açık etti hem de Gazze'ye atom bombası atılması yönünde bir eğilim olduğunu gösterdi. Bakan bununla da yetinmedi, Filistinlilerin Sina çölüne ya da İrlanda'ya sürülmeleri gerektiğini söyledi.9 Demek ki yukarıda sıraladığımız argümanlar İsrail makamları tarafından da doğrulanıyor. Gelinen nokta gösteriyor ki İsrail bu hedefi gerçekleştirmeye çok yakın. Ayrıca mesele Gazze ile sınırlı kalmayacak, Kudüs ve Batı Şeria'daki Filistinliler de tüm dünyanın gözü önünde sürgüne ya da her gün yaşadıkları gibi ölüme zorlanabilirler. BM'nin işlevsiz kalışı, Avrupa'nın tamamen İsrail'e angaje olması ve dünyanın diğer bölgelerinde etkin hiçbir tepkinin verilememesi, maalesef İsrail'in amaçlarına ulaşabileceğini gösteriyor. Hatırlamakta yarar var, kimyasal silah yalanına rağmen Irak'a demokrasi götürülmüş ve milyonlarca Iraklı yurdundan edilmişti. ABD'nin geçmişte Felluce'de görev yapan Korgeneral James Glynn'i Filistin'de görevlendirmesi, İsrail'in planları dahilinde değerlendirilmesi gereken bir konu. Felluce'de savaş suçu işleyen bir Korgenerali yine sahnede görüyor olmamız insanlık adına iyiye işaret değil.

Avrupa İçin Son Not:

Artık karşımızda farklı bir Avrupa var ve bu tam olarak Avrupa'ya yerleştiğim sürece denk geldi. Ayrıca o kadar hızlı bir değişimle karşı karşıyayız ki bunu sağlıklı bir biçimde yavaş yavaş  ancak sorgulayabiliyoruz. Ukrayna-Rusya savaşında şu temel soru bile politikacılara yöneltilemedi: "ABD söz vermesine rağmen NATO'yu neden Rusya'nın burnunun ucuna kadar genişletiyor?" Bu soruyu sormaya cesaret edenler, Putincilikle ya da diktatör sevicilikle suçlandı. Yine Filistin'de bebeklerin öldürülmesini, hastanelerin bombalanmasını sorgulayan gazeteciler, İslamcılıkla ya da Hamas sevgisiyle örselendi. Hep hatırlatıyorum, yazmaktan ve söylemekten de usanmayacağım; ABD ve İngiltere'nin savaş suçlarını ifşa eden Julian Assange, İngiltere'de tutsak ve ABD'ye iade edilmeyi bekliyor. Avrupa'da gazetecilik ölmüştür. Mevcut koşullarda fedakarca çabaların, ekonomik zorlukların, yokluk ve yoksulluğu göze alamayan birinin bildiğimiz anlamda gazetecilik yapma imkânı kalmamıştır. Ayrıca her iki savaş arasında geçen süre içerisinde, solun çeşitli yelpazeleri arasındaki makas hızla açılmıştır. Bunun ideolojik açıdan iyi bir şey mi, yoksa kötü bir şey mi olduğu ayrı bir tartışma konusu. Bu konuya girmeyeceğim. Kişisel görüşümü ve özlemlerimi bir kenara bırakıp, gazetecilik yapmaya kalkıştığımda artık böyle bir ortam olmadığını görüyorum. Örneğin: Yeşiller üyesi politikacılar öyle bir pozisyona sürüklendiler ki karşılaştıkları sorulara benzer bir şiddetle mukavemet ediyorlar. Bu durum tüm siyasi hatlarla konuşması ve diyalog halinde kalması gereken (bilgiye ulaşmak, yukarıdaki örnekte olduğu gibi işçi partisi içerisinde fonlanan politikacıları açığa çıkarmak açısından bu iletişim çok önemli) gazeteciler iletişim kanallarını yitiriyor. Özetle, Avrupa susuyor ve susturuluyor. Buradan kendi uydurdukları o demokrasi kavramı dışında her türlü kavram çıkar. Bu yüzden gazetecilik, Avrupa'da da ölmüş durumda. Orhan Gökdemir'in tabiriyle cenaze namazını kılacak imamları bekliyor. Tüm bu kaos içerisinde bir şekilde gazeteciliği yapmaya gayret eden dostlarımızın siyasi hat üzerindeki iletişim kanallarını yitirmemeleri gerekiyor. Yine de bunu yapmak uğrunan kişiliksizleşmek ve karaktersizleşmemek gerekiyor. İsrail'in öldürdüğü çocukları, ABD'nin Felluce'de işlediği savaş suçlarını inatla hatırlatmak, sormak ve sorgulamak gerekiyor. Ve maalesef bunu medyanın tüm araçlarını kişisel bir şova dönüştüren günümüz iletişim mantığına rağmen yapmaları gerekiyor. Artık maalesef Yeşiller üyesi, hükümet üyesi ya da sosyalist parti üyelerinin katılıp tartıştığı kamuya açık TV tartışma programları dahi yapılamıyor. Sözde özgür kabul edilen YouTube'da bile körlerin ve sağırların birbirlerini ağırladığı, garip bir amigo kültürü yaratılmış durumda. Herkes kolezyumun önüne çıkıp kendi taraftarı karşısında davul çalıyor. Kimse milyon milyon yok edilen yoksul yaşamları bir an olsun kendisine dert edinmiyor. Elbette Avrupa'da ve dünyanın çeşitli ülkelerinde sokağa çıkan yoksullar hariç. Umudumuz işte onların tam o altın kalplerinde ışıldıyor.