"Felsefenin yoksulların hayatında bir yeri olmasını mı istiyorsunuz, öyleyse eşitsizliğin kökenlerine bakacak ve insanlığı çürüterek yok eden bu kökleri kurutacaksınız."

Kiracı, KYK borçlusu ya da aç insan için felsefe ne ifade eder?

15 Aralık Cuma günü Enver Aysever'in YouTube kanalına benim de üniversiteden hocam olan Cengiz Çakmak konuk oldu.1 Cengiz hoca hatırlar mı bilemem ama sınıfında en fazla maraz çıkaran öğrencilerinden birisi olarak bu yazıda da bazı tartışma alanları açmaya çalışacağım. Elbette bu konu doğrudan felsefeyle ilişkili, ancak tüm bu tartışmayı belirli bir yönteme oturtmadan şunu not etmeliyim. Genel olarak tüm kitle iletişim araçlarının (sosyal medya dahil) kitlelere pislik boca ettiği bir ortamda, kitlelerin Cengiz Çakmak ile tanışması ve YouTube üzerinden bir felsefe tartışması açılmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Gelelim felsefenin lanetine; bu bazen sefaleti de olabilir, hatta çeşitlendirmeye kalkarsak rezilliği de olabilir. 

Düşünce nedir? Aklımızdan geçen her şeyi felsefe ile ilişkilendirebilir miyiz? Bu sorgulamaları yaparken ontolojik nesne olarak tercih edeceğimiz örnek, milyonluk arabalara binen bir burjuva çocuğu olamaz. Zira, ait olduğumuz sınıf gündelik düşüncelerimizi ve yabancılaşma biçimimizi belirleyen en önemli nirengi noktasıdır. Bu yüzden işçi sınıfına mensup birinin gündelik düşüncelerine odaklanarak, neyin felsefe ve neyin felsefe olmadığına dair okurlarla birlikte bir beyin fırtınası yapmaya gayret edeceğim. 

'Kapitalist İdeolojinin Medyadaki Altın Çağı - Westworld (Batı Dünyası) Dizisinin İdeolojik İçeriği ve Yansımaları' kitabımda kapitalizmi meşrulaştıran bir olgu olarak incelemeye gayret ettiğim, Westwold (Batı Dünyası/HBO) dizisinin başarıyla gösterdiği bir şey vardı. Elbette bunu görebilmek ancak eğitimli bir gözün seçebileceği bir şey. Bu dizileri eğlence amaçlı tüketen obur bir tüketicinin bu detaylara odaklanacak ne zamanı ne de ayrıcalığı vardır. O ayrıcalık, düşünce denen ya da felsefe olarak tanımlanan bu ayrıcalığı elde edebilecek zamanı satın alabilecek insanlara mahsustur. Yoksul bir ailenin mensubu olarak elbette böylesi lüks bir zamanı satın alıp, bu analizi yapabilen bir istisna değilim. Bu istisnayı yaratan şey, sınıf mücadelesi ve sosyalizmdir. Meselenin bu boyutuna gelmeden önce dizinin başarıyla gösterdiği şeye tekrar dönelim. İncelediğim iki sezon boyunca dizi aynı sahneyle açılır. Sanayi devrimimin alameti farikası olan buharlı tren güneşin doğuşuyla birlikte kasabaya giriş yapar ve kapitalist dünyada bir gün daha başlar. Kapitalist dünyada gündelik yaşamın rutini bundan daha iyi anlatılabilir mi, bilmiyorum. 

Westworld (Batı Dünyası) dizisine göre kapitalist uygarlığın güne uyanışı

Sosyolog Henri Lefebvre'ye göre, kapitalist yaşamın temel sırrı gündelik yaşamı kurgulama biçiminde yatmaktadır. Bu andan itibaren Lefebre'ye artık sosyolog demek bir haksızlık gibi görünüyor; getirdiği düşünce sistematiğiyle birlikte Henri Lefebvre, kapitalizm incelemelerine yeni bir veçhe katıyor. İnsanı insanlıktan çıkaran şey, bireyin gündelik yaşam denen o ağır yükün altında ezilmesidir. Bir işçinin düşüncelerini işgal eden şey tam da bu gündelik yaşam denen zorbanın kendisidir. Öyleyse kapitalizmin işleyiş yasalarını farklı bir perspektiften düşünmek isteyen okurlara ilk önerim Henri Lefebvre'nin 'Gündelik Hayatın Eleştirisi' serisidir. Peki, nedir düşünce? Bir işçi ya da işçi çocuğu yeni güne gözlerini açtığında kafasından ne geçmektedir? Bu soruları sormamıza neden olan şey doğrudan Karl Marx'ın kendisi değildir. Bu soruları aklımıza Marx'tan önce Jean-Jacques Rousseau sokmuş ve Jakobenler bu soruları Konvansiyon'un kürsüsünde haykırarak pratiğe geçirmiştir. Şimdi, bir işçi ne düşünebilir kabaca buna bakalım:

-Yıl sonu geliyor, acaba bu sene asgari ücret ne olacak?
-Bu akşam kızımın çok istediği o oyuncağı alabilecek miyim? 
-Eşimin doğum günü yaklaşıyor, düşündüğüm doğum günü pastası çok pahalı acaba alabilecek miyim?
-Yurt yemeğini yesem acaba hasta olur muyum? İçinden kurt çıkan bir yemek, yenilebilir mi?
-Üniversiteden mezun olduğumda iş bulabilecek miyim, okumak için aldığım KYK kredisini aileme yük olmadan ödeyebilecek miyim?

Şimdi, gündelik hayata mahkum edebileceğimiz tüm bu düşünce ve sorgulama biçimleri felsefenin ilgi alanına giren düşünceler midir? Buna doğrudan bir yanıt üretmek mümkün. Bu düşüncelerin tamamı felsefe alanın dışındadır. Enver Aysever'in programında filozofun ne olduğu tanımlanmaya çalışıldı ve Cengiz hoca bu konuda pek çok tanım yaptı. Burada atladığı temel bir nokta var. İrlanda Cumhurbaşkanı Michael D. Higgins, o noktayı çok net bir biçimde işaret ediyor ki bu şair, yazar ve sosyalist cumhurbaşkanını bir düşünce insanı olarak nitelendirebiliriz. Buradaki köşemde defalarca yazdığım o şeyi ilerleyen satırlarda yeniden hatırlatacağım. Öyleyse filozofu tanımlamaya çalışalım. Filozof: 'Sistemli düşünebilme (yöntembilim) ayrıcalığı elde etmiş, köle olmayan insan demektir'. Bu yüzden antik çağlarda yaşayan bir insan sırf bilgiyi sevmediği için bilgiden uzakta yaşamaktadır denemez. Bu noktada kölelikten gelen filozoflar gösterilerek çeşitli itirazlarda bulunulabilir; ancak o köleler mülk sahibi sınıfların yanında okuma-yazma öğrenmiş ve çoğunlukla mülk sahibi sınıfın bürokratik (memurluk) düzeyinde işlerini yapan kişilerdir. Örneğin, bu 'ayrıcalıklı kölelerin' çok iyi matematik bilmeleri ya da öğrenmeleri istenir. Hatta bunu günümüze uyarlayacak olursak, insanlar kişisel tercihlerinden ya da soru sormayı sevmediklerinden ötürü bir midye kabuğunun içinde yaşamayı tercih ederler denemez. Burada maddi koşullar kilit bir rol oynar. Felsefe tarihinin ve felsefe anlatısının özellikle ülkemizde temel pek çok yanlışla (ya da bilinçli/ideolojik saptırmayla) insanlara aktarıldığını akıldan çıkarmamak gerek. Felsefenin temellerindeki idealizm ve materyalizm ikiliğinin de temellerinde sadece bilimsel bilgi ve hurafe bilgi çatışması yoktur. Felsefe, uzun bir süredir yoksulların ve zenginlerin olmak üzere ayrışmıştır. Yukarıdaki gündelik sorulara hapsolan yoksul işçimizin düşünce dünyasının bu sorulara üreteceği yanıtlar, yoksulların felsefesi açısından buz gibi bir felsefedir ve diğer tüm sorulardan daha fazla incelenmeyi hak etmektedir. Karl Marx'ı büyük yapan şeylerden birisi, yoksulların gündelik yaşamlarında kendilerine yönelttikleri o sorulara bir neden ve sonuç çıkarma çabasıdır. Zenginlerin felsefesi açısından ise bu soruların felsefe olma özelliği yoktur. Felsefe çirkin, yoksul ve cahil kitlelerin işi değildir. O, insanı yücelten yüksek bir uğraştır. Bu yüzden yoksulun düşündesinin gerçek bir felsefe olduğunu Jakobenlerden öğrendik. Tam da bu nedenle, felsefenin gündelik yaşam diye aşağıladığı şeye Henri Lefebvre, düşüncenin o aydınlık ışığını doğrultur. Gündelik yaşama tıpkı bir giyotin gibi darbe indirmeyen bir düşüncenin, sistemi asla alt edemeyeceğini söyler. Jakobenler, bir gün olsun çalışmadan yaşadıkları saraylarda yüksek-incelikli kültürleriyle fikir ve felsefe sıçanların gündelik yaşam pratiklerine darbe indirmiş ve bir çağın düşünce sistemini yok olmanın eşiğine kadar getirmiştir. Bu darbeleri sadece 'giyotin' ile ilişkilendirmek cahillik değilse eğer sınıfsal bir tercihten ileri gelmektedir. Jakobenleri lanetleyenler, zorbaların gündelik yaşam felsefesinin (ideolojisinin) esiri olmuşlardır. Bolşevik devrimini mümkün kılan nedir? Grevlerin yapılması ve zaten sanayisi zayıf bir ülkenin tüm gündelik yaşamının durma noktasına gelmesidir. Ayrıca buna savaştan bıkmış ve işçi sınıfının bir parçası olan orduyu da eklemek gerekir. Koskoca bir dünya savaşının ortasında savaşmayı reddetmek, gündelik yaşam denen o makinenin tam kalbine kocaman bir demir çubuk sokmak demektir. Yani Westworld (Batı Dünyası) dizisindeki o trenin gara giriş yapmaması, at arabası tamircisinin kırılan tekerleği takmamasıdır! 

Öyleyse işçilerin sıradan ve basit olarak görülen yaşam kaygıları buz gibi felsefedir. Yani yoksullukla, kabalıkla ve eğitimsizlikle suçlanan insanların çoğu şımarık, yüksek eğitimli burjuvadan daha büyük bir filozof olabilirler. Yoksulların felsefesini savunanlar için buradaki temel sorun, bu gündelik yaşamdan üretilen ve ağırlıklı olarak maddi koşullara işaret eden sorular değildir. Buradaki temel sorun, yoksulun boş zamanını işgal eden zihin araçlarıdır. Bu araçlar işçiyi temel yaşamsal sorunlarından uzaklaştırarak yabancılaştırır; onu sisteme ve gündelik yaşam kavgasına eklemler. Neticede bu sorular, üretilmiş 'gerçek olmayan' bilgilerle yanıt bulur. İrlanda'da gazetecilik yaptığım için bunu somut bir biçimde örneklendirmek isterim. İrlanda'da göçmenlere ücretsiz dil ve mesleki eğitim veren kurumlardan birinin İngilizce dersine girdim. İngilizce eğitimi hafta bir gün iki saat ya da haftada iki gün iki saat şeklinde verilmekteydi. Yetişkinlere verilen bu eğitim yetişkinleri oyalamak ve onları eğitim alıyormuş hissine kapılmalarını sağlamak için organize edilmişti. Zira, bu eğitimi organize edenlere şu soruyu yönelttim: "Haftada bir gün, bir saat ben size Türkçe öğreteyim; bakalım siz Türkçe öğrenebilecek misiniz?" Bazen sorular illüzyonları kaldırmanın en iyi araçlarıdır.  Zaten bir süre sonra bu kurslara katılan yoksul göçmenler bir şey öğrenemediklerinin ve kandırıldıklarının farkına varırlar ve İngilizce eğitimine devam etmezler. Gerçekten dil öğrenmek istiyorlarsa bu eğitimi satın almaları gerekir. Eğitimin metalaştırıldığı ve kaba bir mal gibi satıldığı toplumlarda dönüp insanlara "Siz, İngilizce öğrenemiyorsunuz ya da siz bilgiden kaçıyorsunuz" demek en hafif tabirle saflıktır. 25 yıldır İrlanda'da yaşayan ve et fabrikasında çalışan Brezilyalı bir göçmenle konuştum. Günde 12 saat çalışan bir adam, evde ekmek bekleyen bir ailesi varken nasıl İngilizce öğrenebilir? Vakti zamanında Almanya'ya işçi olarak giden Türkler benzer bir sorunla karşılaşmadı mı? Dil öğrenemeyen bu insanlar öğrenmeyi istemedikleri için mi Almanca öğrenemedi? Benzer bir şeyi kendi ülkemize de uyarlayalım, yoksulluk içerisinde kıvranan ve tek eğlencesi 'Tiktok' olan insanları popüler kültürün esiri diye nasıl aşağılayalım? Sadece benim kişisel olarak tanıdığım yoksul ailelerin ergen çocuklarının çoğu evet romanla ve kitapla tanışamıyor bile. Buradaki temel noksanlık, bu insanlar gerçekten nitelikli bilgiye erişmek istiyorlarsa bile erişememeleridir. O yüzden Engels'in işçi okuma gruplarını ve işçilerin tabiri caizse kendi üniversitelerinin ki bu örgütlü yaşam pratiğidir ve aslında yine gündelik yaşamdan bir sapmadır, dikkate almak zorundayız. Kişisel açıdan yoksul bir ailenin çocuğu olarak bu sapmayı gerçekleştirebildiğim için Tolstoy okuduğumu itiraf etmeliyim. Ayrıca yoksulu hakir gören, sığ bir felsefeye saplanmadan evvel koskoca bir devlet ve eğitim teorisi (felsefesi) olduğunu unutmayalım. İşte tam bu noktada İrlanda Cumhurbaşkanı Michael D. Higgins'in sözlerini hatırlamakta yarar var: "Üniversiteler düşünen, sorgulayan bireyler değil, şirketlere memurlar yetiştiriyor" yani bu çocuklar sorgulamamayı, o çok süslü cümlelerle övdüğünüz üniversitelerde öğreniyor. Yani bu çocuklar kuzu gibi olmak istedikleri için, kuzu gibi değiller...

İngiltere'de bir doktorken Jean-Paul Marat, 'Köleliğin Zincirleri (The Chains of Slavery/1744)' adında bir kitap yazdı. Bu kitap, çoğu kişinin gözünden kaçar ya da kaçırılır. Çünkü, burjuvazi bu azılı Jakobeni gözünü kan bürümüş bir katil olarak görmemizi ister. Oysa Marat, felsefeyle filozof diye kabul edebileceğimiz düzeyde ilgilenmiştir. Jean-Paul Marat, İngiltere siyasal sistemini incelemiş ve insanlığa mucizevi formül diye sunulan bu sistemin özünde yoksulları ezen bir zorbalıktan başka bir şey olmadığını açık bir biçimde ortaya koymuştur. Şu özlü zırvalığın geçmişi o günlere dayanmaktadır: 'Bu halk da kendini ezenlere meftun canım, bakın kimlere oy veriyorlar?' çocukların fabrikalarda ölümüne çalıştırıldığı bir İngiltere'de üç aylık erzağın satın alamayacağı oy yoktur. Marat, demokrasi denen ve sömürgenlerin elinde rezil bir illüzyona dönüşen şeyin felsefesini bu biçimde tüm çıplaklığıyla gözler önüne serer. 

Şimdi, yazının sonuna doğru ilerlerken, bu ara yoğun bir biçimde çalıştığım bir mesele üzerine soru soracak ve yanıt vermeye çalışacağım. "Jakobenler felsefeyi içi boş bir gevezelik olarak mı görüyordu?" Evet, Jakobenler felsefeye baktıklarında insanları yoksul, çaresiz, eğitimsiz ve ekmeksiz bırakanların felsefesini görüyordu. Böyle bir felsefe var mıydı? Evet, böyle bir felsefe Antik Yunan'dan beri vardı. Peki, bu felsefeye karşı ne yapılmalıydı? Jakobenler buna şöyle bir panzehir ürettiler. Yoksulların filozofları, geçmişteki filozoflar gibi dil oyunlarına, tumturaklı sözlere ve süslü cümlelere başvuramazlardı. Jakobenler, yeni bir dil üretti. Fransa'nın en ücra köşesindeki yoksulun okuduğunda ya da duyduğunda anlayabileceği bir dil. Jakobenler siyasi emellerini felsefi şımarıklıkla süslemediler. Onlar, düşüncelerini doğrudan ve en yalın haliyle kitlelere anlatmaya çalıştılar. İşte yoksulların felsefesini diğerlerinden ayıran şey buydu.
Jakoben bir akıl asla Almanca'yı dil zenginliğiyle övmez. Çünkü, Almanca'nın dil zenginliğini kullanma ve bu zenginliğin farkında olma ayrıcalığı bir grup sömürgenin elindedir. Bu nedenledir ki biteviye Nazi hayaletiyle dönüp dönüp karşılaşmaktayız. Nicel veriler İrlanda'daki çocukların okuma ve anlama düzeylerinin yüksek olduğunu gösteriyor. Bu istatistiksel saçmalıklar bile nicel analizlerin yöntemsel açıdan nasıl zayıf olduğunu gösteriyor. Yüksek eğitimle donanan ve nicel başarılar gösteren çocukların çoğu insanlığa damga vurmuş romanları analiz etmekten acizler. Çünkü, Higgins'in belirttiği gibi pek çoğu zirveye ulaştığında sadece bir şirkete memur olabilecek. Özetle dil, felsefe ve diğer tüm bu şeylerin işçi sınıfının hayatında bir yeri yok. Ayrıca felsefe tarihinin ırkçı 'Avrupa Merkezci' ideolojiden arındırılması da bir başka tartışma konusu. Felsefenin yoksulların hayatında bir yeri olmasını mı istiyorsunuz, öyleyse eşitsizliğin kökenlerine bakacak ve insanlığı çürüterek yok eden bu kökleri kurutacaksınız. 

İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı (Jean Jacques Rousseau) Mutlaka okunması gereken bir kitap