Nazizmin utancı sadece Almanların sırtına bırakılarak kimse sorumluluktan kaçamaz! İnsanlık bu utancı bir daha yaşamak istemiyorsa bu körler sınıfını takip etmeyi bırakmalı...

Avrupa'da sınıf savaşları başlıyor

"Bırakın onları; onlar, körlerin kör kılavuzlarıdır. Eğer kör köre kılavuzluk ederse, her ikisi de çukura düşer"(Matta, 15:14)

Alegori, insanın geliştirdiği dil denen karmaşık örümcek ağının bulduğu en önemli icatlardan biri. Kendi türümüze anlatmakta zorlandığımız sorunları, simgesel güçleri yardıma çağırarak aşmaya çalışırız. İşte alegori, bu zorlu engeli aşma yöntemine verdiğimiz süslü bir ifadeden başka bir şey değil. Günlerdir Avrupa'da yaşadığımız trajik dönüşümleri daha iyi nasıl anlatabilirim diye kara kara düşünüyorum.

Dublin'de haftalar önce yaşanan ve kıvılcımı ateşlenen isyanın karanlık yönlerine işaret etmeye çalışacağım ama nasıl? Cayır cayır yanan ve İngilizlerin alameti farikası olan çift katlı o meşhur otobüsün alevler içindeki görüntüsü ve tüm heybetiyle Daniel O'Connell'ın yanan otobüse yansıyan silüeti... Aşırısını aşırısızını bilmem; ortada patlayan bir sınıf öfkesi var. Alevler, yanan kollarıyla şehiri sararken yoksul proleterlerin biriken öfkesi, sosyal medyadan sokaklara oradan mültecilere ve göçmenlere yönleniyordu. Tüm işaretler Avrupa'da yeni bir sınıf savaşının başladığını gösteriyordu.

Kapitalizm karşıtı güçlerin liberalizmle zehirlenen hücreleri bir sınıf öfkesini örgütlemekten acizdi ve bu acizlik tüm heybetiyle var olmaya devam ediyor. Sosyalist mücadelenin bu denli nasıl kirletildiğine gerçekten kafa yormamız gerekiyor. Örneğin, sadece Türkiye'de mi sosyalist muhalefetin içinde cumhuriyet düşmanlığı olduğunu düşünüyorsunuz? Öyleyse çok yanılıyorsunuz. Yazmaya elim varmıyor ama Avrupa'nın en radikal Marksist-Leninistlerinin (kendilerini öyle tarif ediyorlar) Maximilien Robespierre'i ve jakoben iktidarını kanlı bir diktatörlük ve cumhuriyeti ise sapma olarak yorumladıklarına tanıklık ettim. Yaşadığımız zamanda akıl sağlığını korumak gerçekten bir mücadele işi ve Jakoben ruhu kaybetmemiş olan, sınıfsız toplumun o kutlu ufkuna hala tutkuyla inanan dostlarımıza tutunmak dışında bir yol düşünemiyorum...

Aradığım alegoriyi soL haberin arşivinde buluyorum. Körler diyarında yaşıyoruz ve körler bizi hızla kendi düştükleri karanlık dehlize doğru çekiyor. Birinin kendi sınıfından olan körlerin gözlerini ardına kadar açıp "Durun!" diye çığlık atması gerekiyor. Orhan Gökdemir'in 'Körlerin yürüyüşü' yazısı unuttuklarımı hatırlatıyor ve bana güçlü bir silah bahşediyor. Gökdemir, Pieter Brueghel'in 'Körlerin Yürüyüşü' tablosuyla tasvir ediyor salgından, ekonomik krizlerden ve yoksunluktan titreyen yüksek teknolojili Orta Çağı'mızı. Brueghel, bizi incile götürüyor ve kalpsiz dünyanın kalbine doğru yıkıcı, sorgulayıcı bir düşünce denizine sürüklüyor. Uçsuz bucaksız bu denizde para kasalarına sıkı sıkıya tutunmuş ve bu zenginlik uğruna tüm insanlığı kan denizinde boğan kör sömürgenleri görüyoruz! Brueghel, sanata dair temel sorgulamalara teşvik ediyor insanı. Roman devrim için yazılmıyorsa, resim fırçaları devrim için beyaz zemini dövmüyorsa sanat tüm varlığıyla alevler içinde yanıp yok olabilir.

Tam bu noktada Jean-Jacques Rousseau'nun ufuk açısına girmiş bulunuyoruz. Felsefe, edebiyat, müzik ve resim zorbalar için yapılıyorsa eğer, yok olmasının bizim için hiçbir sakıncası yok. Zira, gerçek vandallık sömürü düzenin devam etmesi için üretilen o soytarıca kültürdedir. Gerçek sanata gelince, 27 saat acilde boylu boyunca hastane zemininde bir doktor gelmesini bekleyen İrlandalı yoksul işçinin yaşadıklarının tam kalbinde yer almaktadır o sanat. Bunu resmedebiliyorsa ve insanları harekete geçirebiliyorsa değerlidir ressam. Yoksa diğeri resimlerini satan bir asalak ve tüccardan ibarettir. Bu güçlü ve kışkırtıcı ifadeleri elbette sadece kendi zihnime yaslanarak yazmam. Bunlar aynı zamanda İrlandalı ruhunun verdiği ifadelerdir. İrlandalı ruhu asi ve kavgacıdır. Bu ruha işçi sınıfının fazlasıyla ihtiyacı var. Engels, İngiltere'de işçi sınıfını uzlaşmaya, pazarlığa ve pragmatizme çağıran o leş liberal ideolojinin panzehiri olarak İrlandalı ruhunu göstermektedir. Bunun için dil bilmeye gerek yok, Oscar Wilde'nin sanata yaklaşım biçimini anlayarak kavrayabilmek o ruhu fazlasıyla zihninize taşıyacaktır. Reading zindanındaki çocukların çilesini anlatmıyorsa şiir, tüm şiirler ve şairler gereksizdir! 

Bilinenin aksine jakobenler ya da gerçekten sosyalizm yolundan yürüyebilenler, insanlığın yarattığı evrene burjuvalar gibi yabancılaşmazlar. Bu yüzden Hristiyanlığa baktıklarında devrim için büyük fırsatlar görürler. Devrimcilerin işi yoksul halkın son sığınağı olan dini darmadağın etmek değildir. Öncelikli işimiz, İsa'nın gerçekten yaşayıp yaşamadığı değildir. Onun eşitlik ve adelet çağrısına kendi cephaneliğimizde yer açmaktır. Latin Amerika'daki papazlar ya da Venezuela'daki Hugo Chávez deneyimi bu açıdan fazlasıyla öğretici. Daha çok geriye gitmek isteyenler için  jakoben bir devrimci Georges Jacques Danton'un konvansiyon konuşmaları yeterince öğretici olacaktır. Biz, devrimcilerin yoksulun tek varlığını elinden almak gibi çılgınca projeleri yok! Şimdi, cesaretimizi toplayıp yavaş yavaş pandoranın kutusunu aralayalım. Hristiyanlığı hiç bilmeyen birinin İrlanda toplumunu tanıyabilme ihtimali çok zor. Bunu biraz daha genişletirsek, Hristiyanlığın Avrupa toplumlarını tanımak için yegane düşünce alanlarından, ideolojilerinden biri olduğunu kabul etmek zorundayız. Bu yüzden Avrupa'da yaşayan birinin 'benim incil ile işim olmaz' deme lüksü yok. Hristiyanlık ve diğer din yorumları arasında bir karşılaştırma yapmak benim işim değil. Bu sınırlarımızı aşmak olur; ancak bu yazı için temel notlar bırakmak şart. Hristiyanlık, Tolstoy anarşizmine güçlü bir veçhe katmıştır. Roma zorbalığından bu yana isyana teşne sınıflar içinde yayılmıştır. Hristiyanlık, egemenler ve sömürülenler arasından salınan bir sarkaç gibidir. Faşizme meşruluk katmaktan, devrimcilere itici bir güç sağlamaya kadar insanlığın tüm çelişkilerinin ve eşitsiz gelişiminin deney alanı gibidir.

Tullamore Tribune gazetesinde papaz arkadaşım William Hayes ile yaptığım röportajda tam da bu konulara odaklanmıştım. Röportaja ulaşmak isteyen okur yazının sonundaki kaynakça bölümüne başvurabilir.1 William, bu röportajda beklediğimden daha fazla açık sözlüydü. Aramızdaki güvene dayalı iletişimin bunda etkisi olabilir. Mezhepsel farklılıklara girmeyeceğim. Askeri tarihçi John Keegan'ın tezine çeşitli açılardan yaklaştık. Hristiyanlık, Avrupa'daki savaş arzusuna ağır darbe indirdi. Hristiyanlık, insan öldürmeyi tiksindirici bir boyuta taşımıştı. Buna rağmen gerçekleşen dünya savaşları başka bir tartışma alanı. Aynı Hristiyanlık bir devlet dini olarak karşımıza çıktığında ise tüm öğretileri sanki baş aşağı duruyormuş gibi görünüyor. Elbette dini açıdan ilerlediğimizde bu Hristiyanlık içindeki en çetin tartışmalara denk düşüyor. William, Hristiyanlığın resmi bir Roma inancına dönüşmesine bu yüzden özellikle dikkat çekiyor. Demek ki ortada tek bir din yok (bunu sadece Hristiyanlık için düşünmemeliyiz). Bir tarafta zorbaların dini diğer tarafta evrensel kardeşliğe sarılan, insan öldürmeyi yeryüzündeki en büyük suç sayan yoksulların dini. Ukrayna savaşının başlamasıyla birlikte yoksulların savaştan kaçınma eğilimlerinin dini yönüne ağır saldırılar başladı. Büyük Roma kilisesi tüm heybetiyle barışçı postunun arkasına saklanarak oğullarını savaşa kurban edecek analar için şehitlik sunağını hazırlıyor. O pis suratıyla Venedik tacirleri yine kendisini gösteriyor. Avrupa'da Hristiyanlıktan sonraki en güçlü ideoloji 'anti semitizm'. Elbette köprünün altından çok sular aktı, şimdi anti-semitizm şekil ve biçim değiştirerek sınıf düşmanı rolünü oynamaya devam ediyor.

'Venedik Taciri', William Shakespeare'in kanımca en önemli eserlerinden biri. Avrupa'daki sınıf savaşlarının yarattığı gerilimi bu eserden takip etmek mümkün. Eserdeki kadim anti-semitist ideolojiyi bir anlığına kenara bırakabilirsek, tüccar denen asalak takımına duyulan öfkeyi net biçimde sezinleyebiliriz. Tarih eğitimi verilirken ideolojik kaygılarla ticaretin insanlık medeniyeti için ne kadar elzem olduğu tüccarlar kahramanlaştırılarak anlatılır. Oysa bu imge günümüzdeki biçimiyle uyuşmamakta. Ticaret haydutluk ve zorbalıkla eşdeğer. Ticaret, finans kapital denen canavarın ana rahmi! Bunun bir dönem ilerlemeye işaret ettiğini inkar etmiyorum. Geldiğimiz noktada ise tüccar takımı tıpkı Venedik taciri eserinde olduğu gibi insanın bedenine yapışan ve kan emmekten yorulmayan bir asalak. Ticaret zanaat düşmanı, usta ve çırak ilişkisine karşı! Tüccar, Jakoben iktidarın boğazına yapışan istifçi, fırsatçı ve tefeci! Anti-semitizm, toplumun yoksul derisine pençelerini geçiren asalağa duyulan öfkenin saptırılması.

Şimdi, Avrupa'da siyah adama, göçmene ve mültecilere karşı bir dehümanizasyon operasyonu yapılıyor. Göçmenler korku dolu gözlerle itildikleri gettolarda medeni adamlar tarafından medenileştirilmeyi bekliyor. Bazen 'yeter ulan!' deyip ayaklanıyor ve ateşe veriyorlar şehirleri. Sosyal medyanın kabiliyetli ırkçıları hemen vahşi barbar adam imgesini büyütüyor. Çağımızın Yahudileri, bolşevikleri ve çingeneleri ivedi biçimde hedefe oturtuluyor. Günlük yaşamının neredeyse tamamını kölelik şartlarında çalışarak geçiren göçmenler ve azınlıkta yer alan mülteci statüsü almış olanlar, sermayenin tüm vahşetini örtmek için günah keçisi ilan ediliveriyor. 'Avrupa'nın yapmadığı işler değil, doldurur trenlere gönderiverirler' deniyor. Gönderirler ama sonra açlıktan gözleri kör olmuş sermayedarlarını nasıl doyuracaklar? Temizlik işçisi, taksici, kurye, radyoloji hemşiresi, doktor, fabrika işçisi göçmenlerin tamamı topluma yapışan bir asalak ve bir türlü topluma entegre olamayan düşman olarak yeni anti-semitizmimizde kendisine yer buluyor. Tıpkı Venedik taciri kitabındaki 'Yahudi' imgesi gibi. Yine benzer bir biçimde iş kuran, tefecilik yapan, ticaretle uğraşan ve bir türlü dil öğrenmeyen, inancı farklı pis göçmen imgesi yükseltildikçe yükseliyor. Avrupa'daki ırkçı twitter hesaplarından akan pisliği Türkçe'ye çevirip paylaşan gazete görünümlü tetikçi hesaplar bu pisliği ülkemize de boca ediyor. Irkçılar şişen yelkenlerinin verdiği özgüvenle gerçek niyetlerini artık saklamıyor. Hoş geçmişte ne kadar sakladıkları da tartışılır. Nasılsa kutsal kitapta dediği gibi görmek istemeyen gözler için artık yapabilecek bir şey yok! Dünyanın gözleri önünde soykırıma maruz kalan bir halkın Filistinlerin bayrağı hedef alınıyor ve İslam'ın simgesi olarak nitelendirilerek propaganda yapılıyor. Kalleşliğin tarihi işte böyle yazılıyor. Kendi kontrollerinde kurdukları Hamas ile mücadele edip alan düzlüyorlar. Sözde fundametalist İslamla mücadele ediyorlar. Plan bir medeniyetler çatışması yaratmak idiyse eğer, Filistin özgürlük hareketini yok edip Hamas'ı kurmak isabetli bir tercihti. Filistin halkının karşı karşıya olduğu zorbalığı düşündüğümde bu tiksinç ayrımları Avrupa faşizmi yüzünden yapmak bile utanç verici. Filistin bayrağı tüm dünyada meşruluğunu ne pahasına olursa olsun korumaya devam edecek. Devrimciler o bayrağı elinden düşürmediği sürece bu böyle devam edecek. Irkçı beyaz adam bu yüzden çıldırmaya devam edebilir.

Avrupalı adam tarihten ders almadığını belli ediyor. Mevzunun bir din savaşı olduğunu (İslam-Hristiyanlık) anlatmaya çalışıyorlar. Yani insanlığa karşı yeni ve kanlı bir sahneyi açmaya çalışıyorlar. Ne uğruna? Bugün yok ettiklerini, cenazesini kaldırdıklarını düşündükleri devrimden kaçınabilmek uğruna! Elbette liberallerle kolkola yeni bir mezbaha inşa ediyorlar. Bir entegrasyon masalı uyduruyorlar ve bu masala kendileri de inanıyorlar. Kimsenin göç geçmişine, tarihe ya da din savaşlarına bakacak dermanı yok. Ticarileşen eğitim, Gustave Le Bon'un hayalini kurduğu yurttaşlık bilincini yitiren ve vahşi bir hayvana dönüşen kitleleri yaratıyor. Yani emperyalist sistemde ısrarcı olmaya devam edersek, taş devrine doğru yol almaya devam edecekmişiz gibi görünüyor. 

Hazır olun! Sözümüz tüm işçi sınıfına! Rengi, teni ve ırkı fark etmez. Göçmenlerin sendikal mücadele vermelerinin, hatta yurttaş olmalarının önüne geçiliyor. Irkçıların tantanası parasını aldıkları ve küresel bir oyun diye zırvaladıkları sermayeye köpekçe yaltaklanmaktan başka bir şey değil! Sermaye ve ırkçılar el ele verip Avrupa'da önemli bir işçi sınıfı nüfusu oluşturan göçmenlerin emeklilik haklarına çökecekler. Mülteciliğin getirdiği kırıntı diye nitelendirebileceğimiz sosyal haklar bile burjuvaziyi çılgına çeviriyor. Neticede Ukrayna'ya ya da hayalini kurdukları üçüncü dünya savaşına para bulmak zorundalar. Binin! Çaresizin, dilsizin, savaştan kaçanın ya da ülkeleri bizzat medeni Avrupa tarafından desteklenen İslamcı faşist iktidarlar tarafından inim inim inletildiği için Avrupa'ya gelmek zorunda kalan insanların sırtına! İnsanlık körlerin peşinden yürümeye devam ediyor! Kendi tarihine yeni bir utanç eklemeye hazırlanıyor! Tarihin Avrupa'sı doğusu-batısı olmaz. Bu kategorileri bir kenara bırakalım. Nazizimin utancı sadece Almanların sırtına bırakılarak kimse sorumluluktan kaçamaz! İnsanlık bu utancı bir daha yaşamak istemiyorsa paradan, ticaretten, tefecilikten iliklerine kadar boka atmış olan ve burnunun ucunu dahi göremeyen bu körler sınıfını takip etmeyi bırakmalı ve okkalı bir tekme savurarak onları karanlık çukura yuvarlama cüretini göstermek zorunda! 

"Sakın bırakmayın altın dolu küplerinizi

sandıklarınızı, kumbaralarınızı...

altınlarınız ve servetiniz için sıklaştırın safları.."

Birbirine tutunmuş körler çukura doğru ilerliyor. Yakında düşecekler. "Para çantalarıyla kasaların savaşı"nın hazin sonudur. Demek ki ışığa yaklaşıyoruz..."2