İdlib delenda est! (İdlib yıkılmak zorunda) 

Erdoğan Rusya ziyareti öncesi yaptığı açıklamada Putin ile yapacağı görüşmede İdlib'ten çok daha fazlasını, Rus-Türk ilişkilerinin seyrini konuşacağını söylerken haklıydı.

Ali Örnek

Roma ile Kartaca mücadelesinin sürüp gittiği yıllarda, Kartaca'nın belki de en büyük hasmı, Romalı Senatör Marcus Cato'nun her konuşmasını "Carthage delenda est" (Kartaca muhakkak yıkılmalıdır) diye bitirdiği rivayet edilir. Bugün aynı cümlenin bir benzerinin Moskova veya Şam'da yapılan her Suriye toplantısında, İdlib'teki El Kaide emirliği için dile getirildiğini söylemek abartı olmayacaktır. Esasında İdlib, tek başına Şam yönetiminin 2016 sonunda Halep'i alarak çevirdiği sayfayı geri çevirebilecek askeri kapasiteye sahip değil... Ayrıca İdlib ekonomik olarak da, yeraltı kaynakları ve tarım alanları yönünden zengin YPG bölgesinin aksine, Suriye'de ekonomik istikrarın yeniden sağlanmasını engelleyecek çapta değil. Ancak İdlib'teki El Kaide emirliğini yıkılması Şam için, önce Türkiye, ardından ABD'nin askeri ya da diplomatik yollardan çıkarılmasıyla nihayete erebilecek mutlak zafere giden yolda önemli bir dönüm noktası. Üstelik, ABD'nin Suriye'yi gündeminden düşürmesi ve bunun sonucunda Rusya'nın sahada en güçlü yegane aktör olarak kalmasıyla, Türkiye'nin İdlib'e sağladığı askeri kalkan bir şekilde aşılabilir. 

İdlib'te artan Rus hava operasyonları ve Şam'dan gelen "Terörle mücadele ertelenemez bir görevdir" açıklamalarının gölgesinde, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bugün Soçi'de Rus lider Vladimir Putin ile kendi ifadesiyle başbaşa bir görüşme yaparak Türk-Rus ilişkilerinin seyrini ele alacak. Erdoğan "tek gündem değil" dese de, en önemlisi şu an için İdlib... Nitekim Şam yönetimi ve uluslararası müttefikleri, ABD'nin Suriye'yi gündemden düşürmesi nedeniyle, İdlib'teki El Kaide bağlantılı Heyet Tahrir'uş Şam'ın (HTŞ) kontrolünü alaşağı etmek veya en azından kırpmak için uygun bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar. Şu anda bu hedeflerinin önündeki yegane engel, İdlib'i çevreleyen onlarca irili ufaklı üsse dağılmış, yaklaşık 15 bin kişilik Türk askeri gücü... 

Ankara ağırdan alıyor

Türkiye'nin bu kez Soçi'de Suriye başlığında somut tavizler vereceği kanaatine sahip olanlara rastlamak mümkün. Suriye Uzlaştırma Heyeti Başkanı Ömer Rahmun, Türkiye'nin Halep'i Lazkiye'ye bağlayan M4 karayolunun açılmasını engellemekten vazgeçeceğini ve karayolunun geçtiği bölgeden çekileceğini düşünüyor. Suriye'nin bu umudunun arka planında, aralarında Ürdün ve Suudi Arabistan gibi eski hasımlarının olduğu ülkelerle bile ilişkilerini tamir etme sürecine girmesine karşın, Ankara'nın özellikle Suriye konusunda uluslararası arenadaki tek başınalığı var. Gerçekten de Türkiye'nin dikkat çeken yalnızlığı kendisini İdlib konusunda yapılan açıklamalarda bile belli ediyor. 2019 yılındaki İdlib savaşı döneminde hükümet cenahından her gün farklı bir ismin, "Şam'a bedel ödetiriz" "Türkiye, Esad gidene kadar Suriye'den askerlerini çekmeyecektir" gibi çıkışları yaptığı hatırlanacak olursa, Ankara'nın bu defa oldukça az ve dikkatli konuşması daha fazla dikkat çekecektir. Yine de, İdlib'teki TSK yığınağı artarken, Erdoğan'ın Suriye yönetimini Türkiye açısından tehdit olarak gördüklerini söylemesi en azından Soçi'de kolay pes etmeye niyeti olmadığının göstergesi. Lakin bu noktada sorulması gereken, yalnız kalmış Ankara'nın Moskova'dan gelecek diplomatik ve askeri baskıya ne kadar göğüs gerebileceği? Hatırlanacak olursa Türkiye, ABD'nin İdlib'le alakadar olduğu dönemde bile, önce Suriye ordusunu TSK'nin İdlib'teki üslerinin gerisine süreceğini ilan etmiş, ardından Suriye ordusunu geri süremediği gibi, sessizlik içinde bu üsleri tahliye etmişti. 

McGurk'un dönüşü

Soçi'de konuşulacakları daha iyi kavrayabilmek için ABD'nin İdlib konusundaki sessizliğinin nedenini biraz daha irdelemek gerekiyor.

Washington yönetimi, bugüne kadar Suriye ordusunun İdlib'e her yönelişinde, "Şam yönetimi kimyasal silah kullanırsa müdahale ederiz" gibi provokasyona açık ultimatom veriyordu. Yeni yönelimin arka planında neler olduğuna dair kesin bir tahminde bulunmak için henüz yeterli veri bulunmuyor. Yine de toparlamak gerekirse, ABD başkanı Trump'ın gidişi ve halefi Biden'in Oval Ofise geçmesiyle birlikte ABD, Suriye siyasetinde bir değişiklik sinyali vermeye başladı. ABD yönetimi, vekil cihatçı güçlerin Şam'ın fethedebileceğine dair inancını 2013 yazında yitirmişti. 2013 sonbalarında dönemin ABD Başkanı Barack Obama bir anda çubuğu "IŞİD'le mücadele"ye büktü. Daha sonra ABD'li üst düzey yetkililerin de itiraf ettiği üzere, bu plan aslında Suriye'nin verimli tarım arazilerine, petrol ve doğalgaz sahalarına, hidroelektrik santrallerine el konmasına giydirilmiş kılıftı. ABD yönetimi Suriye'nin ekonomik olarak belini bükerek, kendi ifadeleriyle "en azından tavır değişikliği" sağlamayı hedefledi. İlginçtir ki, ABD'nin bu planda hızla yol almasını sağlayan en önemli etkenlerden biri de Türkiye'nin 2015 yılında İdlib'in alınması için harcadığı çaba oldu. Bu sayede Suriye ordusu ülkenin batısında kıskaca alınırken, ABD destekli YPG Haseke'yi IŞİD'den aldı ve 2017 yılına kadar Irak sınırı boyunca ilerleyemeyi sürdürdü. Ancak Obama'nın gidişiyle planın handikapları da su yüzüne çıkıyordu. YPG'nin kaynakları ele geçirmesi Şam'ı sarssa da öldürmekten uzaktı. Üstelik Türkiye sürecin tümüyle dışında kalmış ve bu Rusya'ya ülkenin batısında muazzam bir avantaj sağlamıştı. Dolayısıyla 2019'a gelindiğinde ABD Türkiye'yi bir şekilde dahil edebileceği ve YPG'nin başat rolünün törpüleneceği bir yeni yönelime girdi. Bu yönelimin en sembolik hamlesi Türkiye'nin "PKK yanlısı" diye şikayet ettiği ve Suriye'de tüm elmaların YPG'nin sepetine dizilmesinden yana olduğunu açık eden Obama'nın Suriye Özel Temsilcisi Brett McGurk'un Trump tarafından görevden alınması oldu. McGurk'un yerine, Türkiye'de elçilik yapmış James Jeffrey getirildi. Bu dönem ABD'nin Suriye siyasetinin en somut ifadesiyse Trump'ın Türkiye'nin YPG bölgelerine operasyonuna yaktığı yeşil ışıkla ilgili sarf ettiği "Bazen çocuk gibi kavga etmelerine izin vermeniz gerekir. Sonra da ayırırsınız" sözleriydi.  

İdlib'te savaş tamtamları çalmadan önce, Brett McGurk sessiz bir geri dönüş yaptı. Üstelik bu kez ABD Ulusal Güvenlik Konseyi'nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika Koordinatörü olarak bir nevi terfi de alarak. Brett McGurk geri dönüşüne kadar geçen zamanda, sosyal medayada oldukça açık sözlü davrandı. Ona göre, Türkiye, yabancı cihatçıların geçişine izin vererek, İdlib'i "11 Eylül'den bu yana en büyük El Kaide barınağı"na dönüştürdü. Dahası McGurk'a göre, Rusya ile masaya oturulmalı ve YPG ile Şam arasında ABD'nin çıkarlarına da uygun bir anlaşma imzalanmasına çalışılmalıydı. Bu anlaşmanın akabinde ABD, Suriye'den çekilebilirdi. McGurk, bu anlamda Fırat'ın batısıyla uğraşmanın Rusya'nın Fırat'ın doğusunda oynayabileceği arabuluculuğu imkansız hale getirdiğini ve Türkiye'nin oynun içinde tutulmasının ABD'yi sürekli olarak gerçekçi olmayan rejim değişikliği araçlarına mahkum ettiğini düşünüyordu. Elbette ki McGurk, ABD'nin Suriye siyasetinde söz sahibi olan tek üst düzey bürokrat değil, ancak Türkiye'nin tepkisini çekeceği halde geri getirilmesi oldukça mühim bir mesaj içeriyor.

Türkiye-ABD-YPG üçgeninde, Trump öncesine dönüldüğünü gösterir yegane işaret McGurk'un dönüşü de değil. ABD Merkez Kuvvetler Komutanı Frank McKenzie'nin YPG bölgelerine yaptığı sürpriz ziyaret ve burada Afganistan'ın aksine ABD'nin kendilerini yüz üstü bırakmayacağına dair söz vermesi ve YPG'nin siyasi kanadı PYD'den İlham Amed başkanlığındaki bir heyetin ABD Kongresi'nin davetlisi olarak Erdoğan'ın ABD ziyaretinden hemen sonra davet edilmesi dikkat çeken iki diğer gelişme. Diğer PYD heyetlerinin kısa bir süre önce Moskova ve Şam'da temaslarda bulunduğunu da hatırlamak gerekiyor. 

'Şam'ı bırak beni al!'

Şimdi bu tabloda, iki açıklamaya yeniden dikkat etmek gerekiyor. Birincisi Erdoğan'ın New York'a hareketinden öne, Hatay'da Suriye'deki birlikleri denetleyen Savunma Bakanı Hulusi Akar'ın ABD'ye "Bölgede çalışabileceğiniz yegane ülke biziz" hatırlatması. İkincisi ise, Erdoğan'ın New York'a hareketinden önceki Biden hakkında umut dolu açıklamalarının, Ankara'ya dönüşünde yerini öfke ve hayal kırıklığına bırakması.

Biden ile ilişkilerinin hiçbir ABD başkanıyla olmadığı kadar kötü durumda olduğunu dile getiren Erdoğan "ABD şu anda terör örgütlerine (YPG) beklenenin çok çok üstünde destek veriyor" dedi. Ancak Erdoğan'ın Rusya'ya "Suriye'de masayı birlikte kuralım" önerisi de en az Biden hakkındaki çıkışları kadar dikkat çekiciydi. 29 Eylül'de Moskova'ya yapacağı ziyareti yorumlayan Erdoğan, Suriye'nin Türkiye'nin güneyinde tehdit oluşturduğunu iddia ederken şöyle devam etti: "Dost ülke olarak da Sayın Putin'den daha doğrusu Rusya'dan farklı yaklaşımlar bekliyorum. Bu mücadeleyi de birlikte yürütmemiz lazım. ABD, Suriye'yle de pek ilintili değil. Burada şu an İran, Rusya ve biz varız. Orayı da bir barış havzası haline getireceksek aramızda görüşmemiz şart ve bunları görüşeceğiz". 

Ankara, Rusya'nın İdlib'i kullanarak Suriye ile Türkiye arasında bir görüşmeyi zorladığını düşünüyor. Elbette ki ilk Soçi mutabakatında, Adana Anlaşması'na yapılan atıf boşuna değildi ve YPG karşısında Ankara ile Şam'ın izleyebileceği yakınlaşmanın yolunu döşüyordu. Ancak Ankara, ABD'nin yeniden vekil gücü olabilme ihtimalinin belirmesiyle bu yol haritasını elinin tersiyle itti. Şimdi gelinen noktada, Ankara-Şam diyaloğuna Moskova'nın ne kadar istekli olduğu açıkçası muamma.

Suriye'deki savaşın yakın gelecekteki seyri kesinlik kazanmasa da, İdlib'in yeniden hedef tahtasına oturmasıyla başlayan süreçte dikkat çekici noktaları özetlemek gerekli. 

I) Türkiye, ABD'nin Suriye'yi terk etmekte olduğu görüşünde. Üstelik bu tespitinde hatalı olduğunu söylemek mümkün değil. ABD dikkat çekici bir Suriye sükutunda ve bu da Rusya'nın yegane güçlü özne olarak ortaya çıkmasını beraberinde getirdi. 

II) Rusya, Türkiye'yi Soçi'de verdiği sözleri tutmamakla suçlayarak İdlib'e yönelik hava saldırılarını tırmandırdı ancak daha da çarpıcı biçimde bu defa hava saldırıları doğrudan Türkiye'nin kontrolünde olan Afrin ve Resulayn'daki ÖSO gruplarına da yöneldi. Bu saldırıların, YPG-Şam diyaloğu teşviğini kolaylaştırabileceği bir gerçek. Aynı zamanda, Rusya'nın ABD'nin olası bir tümüyle çekilmesi sonrası YPG'ye verdiği güvence olarak da okunabilir. 

III) Türkiye, Cenevre'de ABD-Rusya arasındaki görüşmelerde özellikle YPG'nin kontrol altına aldığı bölgelerin gelmesinden endişe ediyor. Zira, Rusya ve ABD'nin Suriye'de varacağı bir anlaşma, 2015 sonrası iki ülke arasındaki güç mücadelesinin yarattığı çatlağa sığınmış Türkiye açısından kabus. Hele de böylesi bir anlaşma Türkiye'yi devre dışı bıraktığı gibi YPG'nin fiili yönetimine bir meşruluk da sağlayacaksa. 

IV) Erdoğan Şam'ı Türkiye'ye tehdit ilan etse de, bu ülkeyle Moskova'yı devre dışı bırakarak Irak aracılığıyla görüşme yapmaya çalışıldığı ortaya çıktı. Esasında Erdoğan'ın New York dönüşü Biden'ı hedef almasının arkasında da Suriye'de kendisinin devre dışı bırakıldığı bir masa oluşturulduğunu fark etmesi olabilir. Erdoğan şimdilik Biden cephesine sert çıksa da kah ortak barış projesi vaatleriyle, kah yeni bir S-400 bataryası satın alma sözüyle Moskova'yı cezbetmeye çalışıyor. Ancak Suriye sahasından gelen yoğun Rus bombardımanı haberleri henüz bu konuda yol alamadıklarına işaret ediyor. 

Tüm bu veriler alt alta yazıldığında Erdoğan'ın en azından Putin ile yapacağı görüşmede, İdlib'ten çok daha fazlasını, Rus-Türk ilişkilerinin seyrini konuşacağını söylerken haklıydı. 

Türkiye'nin dibindeki Kandahar

Suriye savaşının başlamasından önce İdlib 185 bin kişilik nüfusa sahipti ve Suriye'nin en küçük vilayetlerinden biriydi. Suriye savaşındaysa Türkiye'ye uzanan ana ikmal yollarının geçmesi nedeniyle önemli hale geldi. Cihatçı gruplar 4 yıl boyunca Türkiye sınırından başlayarak kenti adım adım ele geçirdi. Bu ilerlemeleri 2014'te durma noktasına geldiyse de, Türkiye ve Suudi Arabistan'ın yeniden birlikte çalışmaya başlamaları cephede dengeleri değiştirdi. Cihatçı gruplar Fetih Cephesi adı altında birleşirken, silah ve yabancı militan akışı hızlandı. Çin'den gelen 2 bin kadar Uygur cihatçının da müdahil olmasıyla 2015 yılının baharında önce İdlib merkezi ve ardından Cisr'uş Şuğur Suriye ordusunun kontrolünden çıktı. Bu tarihten sonra da kentte Ortaçağ karanlığına dönüldü. Savaş öncesinde kent nüfusunun yüzde 10'unu oluşturan Hristiyanların da aralarında olduğu binlerce kişi kaçtı. El Kaide bağlantılı grupların kontrolünde bugün İdlib eşçinsellerin damlardan atıldığı, kadınların zina suçlamasıyla kalabalıkların önünde katledildiği, kadın ve erkek öğrencilerin aynı sınıfta okumasının yasaklandığı bir yer. Ayrıca kent birden fazla El Kaide bağlantılı gruba ev sahipliği yapıyor. Kentteki asıl güç, El Kaide bağlantılı Heyet Tahrir'uş Şam (HTŞ). Nusra Cephesi'nin selefi olan bu grup, El Kaide ile bağlarını kopardığını iddia etse de, bunun BM'nin Terör Örgütleri listesinden çıkabilmek için atılmış taktik bir adım olduğu iddiası da var. Nitekim, HTŞ ile selefi Nusra Cephesi'nin ideolojik veya siyasi olarak farkları bulunmuyor.  

Kentte ayrıca El Kaide bağlantılı Huraseddin grubu bulunuyor. HTŞ'nin Türkiye'nin müdahalesine olumlu bakmasını eleştiren grup, ayrıca IŞİD emiri Ebubekir Bağdadi'yi Türkiye sınırında saklamalarıyla gündem olmuştu. HTŞ'nin müttefiki Türkistan İslam Partisi veya bir diğer adıyla Uygur El Kaidesi'nin 3 bin kadar militanı olduğu tahmin ediliyor. Ayrıca Özbek El Kaidecilerin grubu İmam Buhari Ketibeleri, Çeçen El Kaidesiyle bağlantılı Cund'uş Şam, vaktiyle IŞİD'e biat etmiş ve hala gizlice biatlı olduğu iddia edilen Ensar'ül Tevhid, TSK'ya yönelik saldırıları üstlenen Ebubekir Sıddık Yardımcıları Serriyeleri gibi onlarca irili ufaklı örgüt İdlib'te barınıyor. Türkiye Soçi'de bu grupları kendi desteklediği ÖSO gruplarıyla ayrıştırma sözü vermişti. Ancak 4 yıldır bu noktada yol alınmış değil. 

'4 milyon mülteci'

İdlib'teki cihatçı yapılanmanın korunmasında en etkili söylemlerden birisi şüphesiz Türkiye'nin İdlib'teki ısrarını mülteci akışının engellemesiyle ilişkilendirmektir. İktidar, yıldızları sönen Suriye politikasını savunabilmek adına "Emevi Camii'nde namaz"ı terk ederek "Mülteci sorununa" çubuk böktü. İdlib'e yönelik bir operasyon olması durumunda tam olarak kaç mültecinin kaçıp gelebileceğine dair kafa karışıklığı sürüyor. Erdoğan'a göre bu sayı 4 milyon... Ancak bu rakam gerçekçi olmaktan uzak. Suriye'nin savaş öncesi nüfusu 21,3 milyondu ve BM verilerine göre 7 milyon kişi savaş nedeniyle yurt dışına kaçtı. İdlib'ten 4 milyon mülteci gelebileceğine dair iddialar aynı zamanda mevcut Suriye nüfusunun yüzde 35'inin İdlib'te olduğunu söylemekle aynı anlama geliyor. Üstelik Halep'in tümüyle Suriye ordusunun kontrolüne girdiği 2016 savaşında da Hükümet defaatle Halep'ten milyonlarca mültecinin Türkiye'ye doğru yola çıktığını iddia ediyordu. Gerçekte ise o dönemde kayda değer bir mülteci artışı gözlemlenmedi. Türkiye'deki mülteci sayısı Halep'teki nihai savaşın başlamasından, bitişinden bir ay sonrasına kadar sadece 105 bin arttı. BM'ye göre aynı dönemde 750 bin Suriyeli Halep'e döndü. 

Ayrıca mülteci hususunda hatırlatılması gereken bir diğer nokta Erdoğan ve Putin'in bir önceki Moskova görüşmesinden sonra tarafların İdlib'te bir sivil geçiş koridoru üzerinde mutabakata varmasıydı. Bu mutabakat kapsamında, cihatçı grupların kontrolündeki alandan Suriye tarafına siviller için geçiş koridoru açılacaktı. Ancak Rusya'nın bastırmasına rağmen Türkiye bu koridorları açmak için çaba sarf etmedi ve böylelikle mülteci baskısını hafifletecek önemli bir aracı elinin tersiyle itmiş oldu.

Hatırlanması elzem bir diğer nokta ise, aslında mevcut durumun Türkiye'nin Soçi'de verdiği sözleri tutmamasından kaynaklı olduğu. Türkiye önce Soçi'de ve ardından Moskova'da kendi kontrolündeki gruplarla BM nezdinde terör örgütü sayılan HTŞ gibi örgütleri ayrıştıracağına, bu grupların Suriye ordusu bölgelerine saldırmasını engelleyeceğine ve M4 Karayolu'nu sivil trafiğe açacağına söz vermişti. Ancak bu sözler de tutulmadı. 

Özetle bugün büyüklüğü spekülatif olan mülteci sorunun yegane nedeni Suriye ordusunun operasyonları olmayacak.