Zaman Aşımı ya da Unutmak Üzerine

Zaman nasıl aşılır?
Aslında ne zaman bizim üzerimizden aşıyor, ne de biz zamanı aşabiliyoruz. Zamanla birlikte akıp gidiyoruz. Ama hukukta var işte böyle bir kavram. Bir takım eylemler ve bunlara bağlı hukuksal yaptırımlar belirli bir zaman aralığına sıkıştırılmış. O aralığı aştın mı, ne yapmış olursan ol, kimse sana dokunamaz. Aldığın borcu ödemedin de şu kadar yıl yakalanmadan idare edebildin mi korkma. Borç da neymiş? Cinayet bile işleyebilirsin. Yakalanmadan aradan bilmem kaç yıl geçti mi, elini kolunu sallayarak ortalıkta gezebilirsin.

Filvaki, toplu cinayet işlediği halde elini kolunu sallayarak gezenler de var, ama bu başka yasallıklara bağlı olarak mümkün oluyor. Örneğin, koca bir binayı kundaklayacak ve otuz beş insanın canına mal olacak bir yangın çıkaracaksın kameralar önünde, elinde bayraklarla vahşice uluyarak insanları büsbütün kışkırtacaksın içerden yükselen feryatlara karşın itfaiyeyi bile içeriye sokmayacaksın göz göre göre insanların yanarak, boğularak ölmelerine neden olacaksın falan filan... Bundan sonra belli yasallıkları yerine getirebilirsen, örneğin sırtını iktidardaki birilerine dayayabilirsen, o birilerinin ileri gelenlerinden, mebuslardan falan avukatlar tutabilirsen elini kolunu sallayarak dolaşabilirsin. Sonra gelir zaman aşımı. Yani hukuk, mahkemeler, savcılar seni unutmak, dosyanı tozlu raflara kaldırmak zorunda kalırlar ya da bırakılırlar. Ve sen elini kolunu sallayarak dolaşmaya devam edersin. Böylece, zamanın hızla aktığı, olayların takip edilemez bir hızla başka olayları izlediği çağımızda, ne gazeteler yazar, ne televizyonlar görüntüler ve yaptığın unutulup gider.

Unutulur mu?
Unutulmak mı dedim? İnanma! Unutulan hiçbir şey yok! Zaman bellekleri köreltip, yaraları sarıyormuş gibi görünse de, bazı olaylar var ki, hiç kimse unutmuyor. Olsa olsa susuyor. O olay üzerine artık konuşmak istemiyor. Acısı o kadar derin ki, anlatacak sözcükleri yetersiz buluyor ve susuyor.... Olayın dehşetini yeni baştan yasamak istemediği için susuyor... Yenik düştüğü için susuyor... Sustuğu için unuttuğunu mu sanıyorsun? Tanıştığım hiçbir Vietnamlı yok ki, ülkelerindeki savaş söz konusu olduğunda başını öne eğip bir süre susmasın. Susuyor, konuyu değiştirmeye çalışıyor. Bilmediğinden değil. Gencecik de olsa, savaşı kendisi yaşamamış da olsa biliyor. Ailesinden, akrabalarından, mahallesindeki komşulardan... İşte bir şekilde biliyor ve unutmuyor. Eh, sen Canakkale'yi, Istanbul'da Ingilizin çizmesini, Antep'te Fransızın kurşununu unutmuyorsun hala Yemen türküleri söyleyip hüzünleniyorsun da, Vietnamlının ABD yapımı napalm bombalarını unutmasını nasıl beklersin ki?

Susmak deyince, herkesin hepten sustuğu da sanılmasın. Kimisi bazen açıkça, bazen gizliden çocuklarına, torunlarına aktarıyor. Belleğini gelecek nesillere taşıyarak sürdürüyor. Kimisi de acısını ve hıncını bastırıp susuyor, ama... "Elbette bir gün gelecek..."

Nitekim geçenlerde 82 yaşında bir çocuk mahkeme kapısına dayanmış ve bir dava açmış. Bundan yemiş üç yıl önce geçekleştirilmiş bir katliamın hesabını soruyor. Bornek, anası Fayime'nin, dört ve iki yaşındaki kardeşleri Şıh Hasan'la Ali Rıza'nın, dedesi Seyit Ali'nin, amcası Haydar’ın hesabını tutmuş bugüne dek. Tabii onlarla birlikte, sayısını tam bilemediğimiz insanların da. Çocuk işte. O zaman sekiz yaşındaymış. Olaydan sonra onca yıl yaşamış. Ama belleğindeki çocuk taptaze, gencecik, sekiz yaşında duruyor.

Devlete karşı davasını devletin mahkemesinde tutturur mu, bilinmez. Ama bilinmesi gereken bir şey var: Unutmamış! Herkes bilmeli: Davacının çocukları da unutmayacak, torunları, torunlarının çocukları da. Ve hep birlikte nesilden nesle susarak bekleyecekler: "Elbette bir gün gelecek..."

82 yaşındaki çocuk, özür dilensin istiyormuş. Bir süre önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan eline mikrofonu alıp, her zamanki cerbezeli ve tehditkar tavrıyla, “Özür dilemek diye bir şey varsa, ben özür diliyorum!” dediydi ya. Aslında Başbakan bu biçimde özür dileyerek, başta Dersimliler olmak üzere tüm halkımıza ve ülke demokrasisine karşı yeni ve büyük bir nezaketsizlik daha yapmış oldu. Ne yazık ki, burjuva demokrasiden nasibini almakta zorlanan, onun gereklerinin ne olup, ne olmadığını bilmekten yoksun bırakılmış halkım da bu kabahati görmedi. Görebilecek durumda olanların bir kısmı yalakalıktan, bir kısmı da, sanırım daha fazla belaya bulaşmamak için görmezden gelmeyi kabul etti. (İçinde benim de yer aldığım küçük bir azınlık da -Dersimli olmadığı halde- kabul etmedi.) Ana muhalefet partisi dahil olmak üzere, neredeyse herkes, bu tehdit mi, baştan savmak mı, olduğu belirsiz ifadeden “özür dilemek” olarak bahsetti. Dersim katliamının çocukları ve torunları ise kabul etmiş gibi göründüler ve yeni baştan sustular. 82 yaşındaki çocuk ise susamamış anlaşılan.

Özür deyince...
Özür dilemek, dileyebilmek iyi bir davranıştır. Yapılan yanlışlık karşısındaki pişmanlığı gösterir. Yalnız, asıl belirleyici olan, hangi olayla ilgili olarak, hangi sözcüklerle, nasıl bir vücut diliyle özür dilendiğidir. Yani, her işte olduğu gibi, özür dilemenin de bir yolu yordamı vardır. Yolda göz göre göre sizi omuzlayıp, ondan sonra da tehditkar bir ifadeyle “Özürrr dilerrimm!” diyen kabadayıya, “Biraz dikkatli olsana kardeşim.” dediğinizde, “Özür diledik ya lan!” diye üstünüze yürümeye kalkarsa ne yapabilirsiniz? O anda iki seçeneğiniz vardır. Ya, “Tamam kardeşim.” deyip aşağıdan alarak belaya bulaşmaktan kaçınırsınız ya da, tekme tokat kavga etmeye dek her türlü riski göze alarak bu kaba herife layık olduğu yanıtı verirsiniz. Ben, şiddetin, kabalığın özellikle büyük kentlerde giderek tırmandığı ve bu tür kabadayıların sayısının hızla çoğaldığı günümüzde, kesin olarak birinci yolu seçmenizi öneriyorum. Sonu belirsiz maceralara yol açabilecek davranışlardan kaçının, yolunuza gitmeyi, işinize bakmayı tercih edin.

Ancak, yapılan hata bir insanın yaşamını doğrudan etkiliyorsa, örneğin, deliller karıştırıldığı için bir insan aylarca demir parmaklıklar ardında tutuklu kalırsa ne olacak? Bu yanlışı yapan (burada ad koymak, niteleme yapmak istemiyorum) “Sehven oldu” diyerek işin içinden çıkıyorsa ne olacak? “Tamam kardeşim” deyip, başımızı eğip, çekilip gidecek miyiz?

Ya da özür gerektiren olay, daha doğrusu olaylar zinciri sayısı belirsiz cana malolmuş, binlerce öksüz ve yetim yaratmış, on yıllar boyunca bir halkı acılar içinde bırakmış, köyleri haritadan silmiş, binlerce insanı göçe zorlamış, nesilden nesle anılara kazınmış, manilerde, ağıtlarda nefesleri yakan bir olaysa bir halkı kolay tedavi edilemeyecek bir travmaya duçar ettiyse ne yapacağız?

Dünya yüzünde birçok halkın, ulusun böylesi, özür dilemesi gereken nice suçları var. Örneğin bütün bir İnka halkını kılıçtan geçiren Portekizli Conquistatorlar. Dahası, Kuzey Amerikanın asıl sahibi olan Kızılderilileri kıran ve esirleştiren Batı’lı göçmenler. Özür dilenmesi gereken halkları say sayabildiğin kadar. Avustralya yerlileri Aborjinler... Esir pazarlarına taşınan, tüm değerleri yağmalanıp, sefalete ve açlığa mahkum edilen Afrika kabileleri... Batılı sömürgecilerin günahları saymakla biter mi? Ya Endülüs’te Yahudileri katleden, tüm Balkanları, Bizans’ı ve Ortadoğu’yu talan eden, yerli halklardan on binlerce insanın kanına giren, kadınların ırzına geçen haçlı orduları ve onların genel kurmayı Papalık? Son yüz yıl içinde topluca işlenen ve hala işlenmekte olan insanlık suçlarına girmeyelim.

Bizim tarihimizde de, Osmanlı’dan günümüze kadar uzanan nice suç var, özür dilenmesi gereken.

Sorun sadece son dönemde üzerinde daha sıkça tartışılan Ermeni tehcirinden ve Dersim katliamından ibaret değil. Genç cumhuriyet Osmanlı’dan devraldığı tarihsel mirasa kimisi kanla lekelenmiş bir dizi utanç sayfası eklemiştir ve eklemeye devam etmektedir. Bizans’tan kalan ve yüz yıllardır bu ülkede yaşayan azınlıklara yapılanlar, varlik vergisi talanları, 6-7 Eylül saldırıları... Ülkeyi asker postallarıyla sarsan darbeler... Osmanlı’dan bu yana Alevilere yapılan baskılar. Kahraman Maraş, Sivas katliamları... Mustafa Suphi ve TKP Merkez Komitesi Üyesi on dört yoldaşının katliyle başlayan, devletin de doğrudan parmağı olduğu bilinen karanlık, bazılarını kimin işlediği bilindiği halde, hala gizlenen sayısız cinayet... Ve bugün Kürt halkına çektirilenler...

Ama bizim böylesi bir terbiyemiz yok. Her ulusun, kendi vicdanını yaratmak ve onunla hesaplamak zorunda olduğunu da anlamaya yanaşmıyoruz. “Ne özrü lan? Özür dilenecek bi şey mi yaptık yani?” deyip geçiyoruz. En sıkıştığımız yerde de “Biz bunu yaptıysak, siz de şunu yapmıştınız.” diyerek, aklımız sıra kabahatimizi hafifletmeye çalışıyoruz. “Biz, başımız dik ve mağrur bir ulus olarak ne özrümüzü kabulleniriz, ne de özür dilemeye yanaşırız (!?)” (Biz dediysem...)

Hiç mi unutulmayacak?
Unutabilmenin bir yolu yok mu? Tabii ki var. Başta zormuş, hatta bazılarına onur kırıcıymış gibi gelse de, unutmanın tek bir yolu var: ANIMSAMAK! Toplumca unutmaya ilk adımı atmak için önce anımsayarak... Sonra toplumca, hep birlikte yapılanların suç olduğunu ilan ederek... Aradan yüz yıl da geçmiş olsa suçluları mahkum ederek... En derin samimiyetle, yürekten özür dileyerek... Böylece hem toplumsal onuru kurtararak... Hem de ezilen, katledilen, sürülen insanların onurunu yükselterek... Ve en önemlisi...

En önemlisi, böylesi olayların bir daha asla olmaması için önlemler alarak. Yoksa 82 yaşındaki çocuğun belleği, o hayata gözlerini yumduktan sonra da onun çocuklarında ve torunlarında taptaze kalacak.