Hangi Demokrasi Kime, Ne İçin Gerekli?

Koridorun iki yanına dizilmişler. Başlarını hafifçe boyunlarından kırmış, el pençe divan
durmuşlar. Birbiriyle itişerek kendisini takip eden kalabalığı umursamadan, başını
dikmiş, kaşlarını çatmış, bütün heybetiyle, aheste fakat büyük adımlarla kendilerine
doğru yaklaşan adama bakıyorlar.

Vezirler, Şeyh-ül İslam, valiler, şehremini ve diğer erkân padişahı karşılıyor... diyeceğim,
ama hayır! Bunların başlarında kavuk, sırtlarında kaftan yok. Hepsi takım elbiseli,
kravatlı. Bazılarının yüzünü hafifçe kırlaşmış bir sakal süslüyor, bazılarınınkini de
kelebek bıyıklar...

“Aman dikkat! Başkan geliyor!”

Gittiği her yerdeki havaalanlarında, caddelerde, bina girişlerinde, koridorlarda el
pençe divan durarak başkanlarını bekleyenler... Devletin her kademesinden, ülkenin
ordusundan, polisinden, adalet mekanizmasından, her meslek erbabından, hatta
bilim yuvası olması gereken üniversitelerden, hiyerarşiye uygun olarak fakat hafifçe
birbirleriyle itişerek ve öne doğru sıkışmaya çalışarak iki yanda sıralanan, ceketlerinin
önünü ilikleyerek ve el pençe divan durarak bekleşen insanlar...

Her seferinde bu gösteri bitecek. “Sayın” başkan arkasına takılan kuyruğu yine
peşinden sürükleyerek ve aynı heybetle çekip, gidecek. Koridorun iki yanında
bekleşenler de, ya deliklerine girecek yada “sayın” başkanın arkasındaki kuyruğa
karışarak oradan uzaklaşacaklar.

Ve bunlar elbirliğiyle... Fakat başlarında dediğim dedik, “teşkilat”ın tümüne hakim,
seçimlerde millet vekili adayı olacakları tek tek kendisi seçen, bir çırpıda kabine
üyelerini değiştiren, o olmasa partisinin birbirine gireceği dedikoduları dolaşan, her an
herkesle kavgaya hazırmış gibi duran başkanlarıyla birlikte... Özgürlükleri genişletmek
ve demokrasiyi daha da ilerletmek için çalışmaya koyulacaklar.

Bu fotoğraflara, televizyon görüntülerine bakarak kahkahalarla gülmem
gerekir. “Tepesinde sarığı, sırtında cüppesi eksik olan bu insanlar mı ülkemi
demokratikleştirecek?” Böyle diyerek, kasıklarımı tuta tuta ve elimi dizlerime vura vura
kahkahalarla... Fakat ne yazık ki, en ufak bir tebessümü bile dudaklarımda donduran acı
gerçek karşısında ağlamaklı oluyorum.

Bilime değil, önce ulemaya danışmayı öngören parlamento üyeleriyle, tarikatları giderek
toplumsal hayatın ve siyasetin doğal bir parçası haline getirenlerle, bu tarikatların
müridi olup, şeyhlerin, hocaların elini öpüp dizlerinin dibinde oturanlarla devlet
okullarının dersliklerinde şimdiden sarıklı cüppeli köy imamlarına ders verdirenlerle,
besmeleyle haber okumaya başlayan televizyon spikerleriyle mi bilime değil, iktidara
biat eden, tepeden atanmış rektörlerle, üniversitelere tarikat şeyhlerinin adını vermekten

çekinmeyenlerle mi ilerleyecek demokrasi? Meclisteki İnsan Hakları Komisyonu’na dek
sızıp, gözü dönmüş katillerin hesabını soracağına, kurbanların kışkırtı yaptığına dikkati
çekmeye çalışan kafalara mı dayanacak bu demokrasi? Yoksa toplantıları, yayınları
keyfince yasaklayan, padişah VI: Murat’tan da esinlenerek içkiyi kent sınırlarından
dışarı süren kraldan çok kralcı valilerle, parkta gençlerin el ele tutuşmasını fuhuş olarak
algılayan polis şefleriyle mi yükselecek?

Genç insanlara üç çocuk için damızlık görevi yükleyen, kadınları tesettürden başlayarak
kara çarşafa dek her türden örtü alına iten, gelecek nesiller için dört yıllık temel eğitimi
yeterli bulan, ondan sonraki sekiz yıl boyunca da, her şeyi yüce bir gücün takdiri olarak
kabullenmeyi öğretmeyi ve bu mütevekkil, boynu bükük genç bedenleri ucuz işgücü
olarak sömürü çarklarına terk etmeyi kafasına koymuş bu insanlar mı demokrasiyi
ilerletecek ülkemde?

Kürt halkının her türden demokratik istemlerini laf kalabalığında boğan politikacılarla
medyada Kürt düşmanlığını körükleyen köşe yazarlarıyla ülkenin Doğu’sunda kan
dökmeye devam eden sözüm ona sivilleştirilmekteki orduyla on binlerce insanın özel
görüşmelerine kadar her hareketini kayıt altına alan gizli servislerle tarikat hizmetine
girdiği iddia edilen polislerle, abluka altına alındığı kuşkusu yaratan hakimlerle,
savcılarla mı gerçekleştirecekler demokratik dönüşümleri?

Kürt halkının istemlerini yükseltenleri, özgür ve bilimsel eğitim için pankart açan
üniversitelileri, karşıt yazar, gazeteci ve aydınları hapislerde süründürerek mi daha ileri
bir demokrasiye doğru yol alacaklar? Yoksa savaş kışkırtıcılığı yaparak, ülkenin yakın
komşularıyla gerginlikler yaratarak ve böylece halkı büsbütün tedirgin ve gelecekten
korkar hale getirerek mi ilerletecekler demokrasiyi?

İşçi sınıfının haklarını budayarak, sendikal örgütlenmesinin önüne duvarlar örerek mi
başaracaklar bu işi?

Kısacası, özgür düşünceli bireylerle değil, ekonomik ve ideolojik olarak kuşatılmış,
karanlık tarikatların dehlizlerinde kaybolmuş, koyun sürüsü misali bir toplumla mı
ilerleyecek demokrasi?

Hemen buna şaşırtıcı bir yanıt vereyim: EVET!

Çünkü, Türkiye’yi abluka altına alan emperyalistlerin ve ülke içindeki çıkar ortaklarının
birlikte yazdıkları senaryonun sahneye konabilmesi için acilen buna gereksinimleri var:
Sınıfsal temeli tarif edilmemiş ve kime hizmet ettiği belli olmayan bir “demokratik düzen”,
kim için geçerli olduğu bilinmeyen “özgürlükler” ve kimlerin kasalarını doldurduğu fark
edilmeyecek bir “liberal” ekonomi...

Sadece “kendi ideolojisine özgürlük tanıyan demokrasi”yi gard alarak, karşısında sesini
yükseltecek bütün demokratik unsurları şaşırtmak, şaşırmayanlara da vurmak ve onları
etkisizleştirmek için!

Bu yalana dayalı demokratik düzen sayesinde halkın çoğunluğunu boynu bükük, her
olumsuzluğa “hikmet-i hak” diyen, hakkını aramaktan aciz bir yığına dönüştürmek ve
emekçi halkın işgücünü olabildiğince “özgürce” sömürebilmek için!

Bu “uyduruk demokrasi”yi kullanarak ülkenin tüm kaynaklarını ve yaşamın her
alanını “özgür” özel sermayeye peşkeş çekmek için!

Böylesi zor dönemlerde, sadece bu türden bir demokrasiyi ilerletmek iddiasıyla toplumu
karanlık bir geleceğe taşımaya çalışan sermayenin militanları değil, her türden insan
dökülür ortalığa.

Bilgi biriktirmeyi başarmış ama bilinç oluşturmaktan yoksun kalmış okur-yazarlar...
Giderek vicdanı körelmeye, aydınlığı sönmeğe yüz tutmuş aydınlar... Sözde değil ama
özde konumlarını terk etmiş eski Solcular... Kimi korkudan titrediği, kimisi de cüzdanını
şişirmeye baktığı için gözüne perde inmişler... Olan biteni gördüğü halde, birbiri
ardına “ama”lar sıralayarak bekleyenler... “Düşmanımın düşmanı dostumdur!” diye elini
ovuşturarak, “Bak, orduyu da sivilleştiriyorlar!” diye el çırparak, “En sonunda 12 Eylül’ü
de yargılıyorlar!” diye alkış tutanlar... “Anadolu başkadır, bu ülkede asla şeriat düzeni
kurulamaz!” diye kendi kendisini ve çevresini avutanlar... Ve tabii, bakanın karşısında
şaklabanlık yapan, göbek atan dünyadan habersiz cahiller...
....

Yazımın başında, “... ağlamaklı oluyorum” demiştim. Ama hayır! Bu ülkede sadece
yukarıda saydıklarım yok.

Komünistler de var!
İşçi sınıfının önderleri de var!
Solcular, namuslu, vicdan sahibi, insan sevgisiyle dolu aydınlar da var!

Ve ben şimdi onları düşünerek gülümsemek istiyorum.