'Yoksul kadınların giyotin karşısında örgü örmelerinin sebebi tamamen vicdanla ilişkilidir. Fransız halkının adalet çağrısıdır giyotin.'
“Düşünen insan için, tüm Fransız Devrimi’nin en trajik olayı, Marie Antoinette’in kraliçe olduğu için öldürülmesi değil, Vendee’li aç köylünün feodalizmin çirkin davası uğruna seve seve ölüme gitmiş olmasıdır." 1
1989 yılı, dünya için önemli bir dönüm noktasıdır. Fransız Devrimi'nin 200. yılında Avrupa, düşünsel bir kırılmanın eşiğindedir. Fransız Komünist Partisi ve tüm ilericiler soğuk savaşın muzaffer ideolojik orduları tarafından geriye doğru çekilmeye zorlanmaktadır. Devrimin 100. yılına nazaran tarihçilerin elinde daha fazla yazılı doküman ve kaynak vardır. Örneğin, İngiltere’de devrime dair yapılan doktora çalışmaları 200. yıla gelirken büyük bir sıçrayış göstermiştir. Bu sıçrama, zihin dünyamızdaki bir atılımı temsil etmiyor. Yani akademi Fransız Devrimi'ne daha fazla ilgi gösterdi diye ‘Konvansiyoncu’ hayaleti bir kurtarıcı silüetine dönüşmedi. Tersine devrim karşıtı ideolojik cepheye güç kazandırıldı ve bu bir filmle taçlandırıldı.
Devrimin 200. yılı şerefine çekilen iki bölümlük uzun metrajlı filmin ana temasını Oscar Wilde, giriş bölümündeki pasajdaki ifadeleriyle net bir biçimde ortaya koyuyor. Film, kitlelere bir annenin ve çocuklarının acımasız Jakobenler ve iftiracı Hebertistler tarafından nasıl ölüme sürüklendiğini gösteriyor. Tarihin trajedisini, Oscar Wilde’den aldığımız güçle bugüne uyarlayalım. Düşünen insan için, tarihin en trajik olayı 1989 yılında beyaz perde karşısında kraliçe için gözyaşı döken izleyicilerdir. Yaşananların öncesi yoktur, monarşinin aç bıraktığı kadınların artık bebeklerine süt veremediği gerçeği burjuvazinin elinin tersiyle itilir.
Burjuvazi, 1989 yılına dek devrim denen hastalıkla cebelleşmişti. Victor Hugo’nun tabiriyle konvansiyoncunun hayaleti, kendisini kralın yerine göre konumlandıran burjuvazinin enesesindedir. Jakobenlerin tarih sahnesinde açtığı perdenin ardından komünistler göründü ve Fransız Devrimi'nin gerçek temeline oturması için devrimin kontrol edilemez çocuklarının, işçi sınıfının devrimci teorisini yazdılar ve Jakoben korkusunun 200. yıla dek uzanmasına yardımcı oldular...
Muzaffer Sovyet ordusunun faşizmi ezmesi, Fransız direnişini zafere ulaştırmış, Paris sokaklarında Jakoben hayaletin büyümesini sağlamıştı. Bu öyle büyük bir dalgaydı ki savaş öncesinde faşistlerin cirit attığı öğrenci kulüplerinde artık komünistler hakimdi.
Fransa, II. Dünya Savaşı’nda korkunç bir ihanetle yüzleşmişti. Bu ihaneti, kralın feodalizmin destekçilerine kaçma girişimine benzetmek abartılı olmayacaktır. Fransız burjuvazisinin ayağını bastığı sağcılığın zemini çürüktür. Yine de konvansiyoncu korkusu, bu çürük tahtaya basmasına neden olmuştur. Fransa yine ihanete uğramaktadır; bu sefer ki ihanet dev Nazi savaş makinesinin kendisini Paris'te göstermesiyle sonuçlanmıştır. Jakobenizmin olmadığı yerde, işgal ordularına kapıları açan kralcı milliyetçiliğin ihaneti vardır. Bu yüzden burjuvazinin acil çıkış kapısı olan milliyetçilik, dünyanın her yerinde ihanetin ideolojisidir. Türkiye’deki milliyetçi pratikte bunun açık bir örneğidir. Ülkesini çıldırmışçasına sevenler, ırmağının akışına ölenler NATO’nun ülkeyi işgal edebilmesinin önünü açmıştır. Tıpkı Paris’in kapısını Nazilere açan Fransız burjuvazisi ve onun lümpen ordusu gibi. Tüm bu felaketler silsilesine rağmen Fransız işçi sınıfı gerçek yurtseverlerin komünistler olduğu gerçeğiyle yüzleşti. İşgal öncesi Fransız hükümetini ihanetle suçlayan komünistlerin haklı olduğu ortaya çıkmıştı. Frig başlığı (şapkası) artık komünistlerin kafasındaydı. Jakobenler tekrar dirilmişti ve Jakobenler ülkeye karşı ihanet içerisinde olanlara karşı yine yurseverliği örgütlüyordu. Cumhuriyet tüm varlığıyla yeniden Paris’te görünmüş, Naziler inlerinde boğulmuştu. Fransa tarihte hiç olmadığı kadar 1793’e yaklaşmıştı. Kitleler devrime öylesine yakındılar ki sokaklarda Maximilien Robespierre, Jean-Paul Marat ve Saint Just’un suretleri görülebiliyordu. Burjuvazi her zamanki gibi korkularına gömülmüştü. Sonrasında olanlar ise, devrimin 200. yılına doğru ilerleyen sürecin işaretiydi. Akademi soruyordu! Devrime gerçekten lüzum var mıydı? Bu soru mucizevi bilim guruları tarafından icat edilmiş bir şey değildi. Jakobenler iktidardan düşer düşmez burjuvazinin aklını kurcalayan bir soruydu. Herkes İngiltere’ye imreniyordu, sonra bir aralar Amerikan sistemini incelemeye koyuldular. Alexis de Tocqueville, Amerika’ya gitmiş ve demokrasi denen acayip icadı yerinde izlemişti. Oscar Wilde ise demokrasi denen icadın ne olduğunu şu şekilde açıklar: “Bir zamanlar demokrasiden büyük şeyler umulmuştu, fakat demokrasi sadece halkın halk için halk tarafından sopalanması demektir. Gerçek yüzü ortaya çıkmıştır.” Fransa’nın temeldeki paradoksu, kitlelerin duygu ve motivasyonlarını (psikolojilerini) henüz kontrol edebilecek kitle iletişim araçlarının aktif bir biçimde kullanılamamasıydı. Bu yüzden Amerikan demokrasi modeli büyük bir riskti. Fransız halkının önüne sandık konulduğunda sandığın içinden yeniden ve yeniden konvansiyoncu fırlayıp geliyordu. Victor Hugo’nun ‘93’ romanı bu korkunun izlerini sürmek için iyi bir seçenek. Fransız burjuvazisinin işi karmaşık gibi görünmektedir. Devrimi korumak için işçi sınıfına sarılmak zorundadır ama bu ilişki iktidarını tehdit etmektedir. Muhafazakarlığa döndüğünde ise kralcılar pusuda beklemektedir. Burjuvazi için Fransa’nın dengede durması uzun ve sancılı bir süreç olmuştur.
Peki, 1989’a gelindiğinde ne oldu? Komünistlerin hızla geri çekilişi, büyük 1789 devrimine dönük saldırıların artmasını sağladı. Bilimin kutlu isimleri, devrimin gereksizliğine ve Fransa’ya büyük zararlar verdiğine hükmettiler. Revizyonist tarih anlayışını ve Fransız sosyalistlerinin işbirlikçi ruhunu bir kenara bırakırsak aklı henüz başında olmaya devam eden burjuva tarihçileri, kısa süreli Jakoben deneyimin Fransız Devrimi'nin yaşayabilmesinin biricik uğrağı olarak görmektedir. Jakobenler ve kamu selameti komitesinin çalışması olmasaydı burjuvazinin iktidara yerleşmesi pek mümkün görünmüyordu. ‘Gustave Le Bon’ gibi bilimin mucizesi akıllı adamlar, Terör Dönemi dedikleri kısa süren halk iktidarını ve tüm Fransız devrimini lanetlemekle ömürlerini tükettiler. Durum öyle bir hal aldı ki Danton’u sahiplenmek dahil olmak üzere tüm aydınlanmacı sorumluluklar komünistlerin üzerine kalmıştı. Avrupa, konvansiyoncu hayaletini 1917 yılında Rusya’da görmüştü. Lenin dahil olmak üzere tüm devrimciler, Fransız Devrimi'nin Jakoben suretleriyle karşılaştırılıyordu. Lenin’in buna itiraz etmediğini, hatta sorumluluklarının farkında olduğunu ve Fransız Devrimi'ne itibarını geri kazandırdığını biliyoruz. Devrim korkuysuyla kendi devrimine dahi ihanet eden bir sınıfın trajedisinin ayak izlerini takip ediyoruz. Devrimin Jakoben uğranın gerçekten burjuva niteliğinde olup olmadığı tartışmalarına girmiyorum. Bu tartışmalar köşe yazısı denen kurumun sınırlarını zorlamaktadır. Yine de bu noktada şöyle bir uyarı yapılabilir: Marx’ın devrime ilişkin sunduğu tarihsel bakış açısının dışına çok sapmamak gerekir. Bireylerin kişisel servetleri ve mesleklerine odaklanmaktan ziyade toplumsal sonuçlara ve etkilerine odaklanmak gerekmektedir. Neticede elbette Robespierre, halkın avukatıydı ve bu şerefle son nefesini verdi...
Fransa, devrimin 200. yılında devrimin gereksiz olduğuna sosyalist Başbakan Michel Rocard tarafından ikna edilmeye çalışıldı. Devrim olmasaydı her şey çok daha iyi olabilirdi. Devrime karşı ihanet yine devrimcilik iddiası taşıyanlar tarafından geliyordu. Fransız halkı için 1789 artık çok uzakta bir yerlerde gerçekleşmiş bir masala dönüşmüştü. Devrim, kitlelerden uzaklaştıkça imkânsızlaşıyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecine doğru hızla yuvalanırken insanlık, burjuvazi kendi devrimleri dahil olmak üzere tüm devrimleri lanetleme telaşına düşmüştü. Devrimleri lanetlemenin sonu, dolu dizgin geriye gidiştir. Gericilik hortladı, papazlar (tarikat şeyhleri) çocuklara saldırmaya ve dinciler çok sevdikleri ticarette etkin olmaya başladılar. “Thomas Carlyle’ye göre, Fransız Devrimi bir anlamıyla sadece Avrupa’ya özgü bir devrim değildi (Carlyle onu Çartizm’in önceli sayıyordu), aynı zamanda 19. yüzyılın büyük şiiriydi: Antik Yunan’ın mitleri ve destanlarının bir Sofokles, ya da bir Homeros eliyle değil, bizzat hayatın kendisi tarafından yazılmış gerçek hayattaki eşdeğeri. Bu, terörün tarihiydi; daha doğrusu, bizim katliam ölçülerimize göre ölü sayısı az belki birkaç on bin olmasına rağmen, yaygın olarak hâlâ Terör Dönemi diye bilinen 1793-1794 Jakoben Cumhuriyeti’nin. Örneğin, peşi sıra Britanya’da Barones Orcz’nin The Scarlet Pimper-nel’ı gibi edebi taklitlerinin çıktığı Carlyle’nin eserinin ve Dickens’ın (Carlyle’den etkilenmiş) İki Şehrin Hikâyesi’nin sayesinde, halkın bilincine kazınmış en yakın devrim resmi bu şekildeydi: giyotin bıçaklarının gümlemesi, karşı-devrimcilerin kafalarının kesilişini oldukları yerde kayıtsızca seyrederken örgü örmeye devam eden sans-culottes kadınlar." 2
Yoksul kadınların giyotin karşısında örgü örmelerinin sebebi tamamen vicdanla ilişkilidir. Fransız halkının adalet çağrısıdır giyotin. Robespierre, bu şimşeklerden kimsenin kaçamayacağını çok iyi biliyordu. Binlerce yıl, çocukları toprak ağaları ve kilise tarafından yenen yoksul insanların adalet karşısındaki saygı duruşudur giyotin! Şimdi, soru ortadadır. Devrime ne kadar yakınız? Devrimi uzağımızda hissetmemize neden olan imkânsızlıkları nasıl ortadan kaldırırız? Burjuvaların devrimci suretlerine sahip çıkmak bize mi kaldı? İnsanlığı ileriye taşımak istiyorsak Terör Dönemi diye nitelendirilen zaman aralığı dahil olmak üzere tüm devrimci atılımlara sahip çıkmak zorundayız. Buna Türkiye Cumhuriyeti’nin devrimci-aydınlanmacı pratiği elbette dahil. Burjuvazi kendi devrimini satmakta ve iktidarı uğruna karanlığa sıkı sıkıya sarılmakta özgür. Ancak biz aydınlığı tekrar kucaklayacak, sans- culottes’ların iktidarını kuracaksak eğer Frig başlığını başımıza yeniden geçirmek ve devrimci yurttaşı yaratabilmek için mücadele etmek zorundayız. Burjuvazinin yarım kalmış devrimleriyle kavga etmeyi iş edinmiş sol liberallerin, Fransa’daki sosyalistlerle kardeş olduklarını hatırlamak zorundayız. Fransız devriminin yetersizlikleriyle uğraşarak ileriye değil ancak geriye gidilebilir. Şimdi, tıpkı Fransa’da olduğu gibi 1923 hepimize binlerce yıl uzaktaymış gibi görünüyor ve saltanat sanki hiç kaldırılmamış gibi. Burjuvazi sömürüyü daha da azgınlaştırmak için tarikatlara güç veriyor, tarikatlar güçlendikçe yurttaş- vatandaş ortadan kalkıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin Jakoben bir birikimi vardı ve faşist darbelerle örselenmeden önce sosyalizmle dirsek temasının olduğunu çok iyi biliyoruz. Okuma yazma bilmeyen insanlarımızın ölen çocuklarının kaderi için atmak zorunda bırakıldıkları imzanın bir adalet çağrısına dönüşmesini mi istiyoruz? Çocukların geleceğini karartan tarikatçıların halkın şimşekleriyle yüzleşmesini mi istiyoruz? Öyleyse Jakobenizme sahip çıkacak ve Cumhuriyetin açtığı kapıdan geçerek devrime ve sosyalizme yürüyeceğiz. Bundan başka yol yok.