Bu ülkenin güvenliğini esas tehlikeye sokan yayılmacı emellerdir. Bu eylemler Türkiye’nin emekçi ve yoksul halkına ölüm ve daha çok yoksullaşmadan başka bir şey getirmeyecektir.

Ölümsüzlük

Bizim kendimizi mensup saydığımız canlı türü olan Homo Sapiens’in ölüm korkusu var. Sadece onun değil doğadaki birçok canlının birincil güdüsü hayatta kalmak. Dolayısıyla insanın ölümsüzlük arayışı anlaşılır bir şey. Öncesini bilmiyoruz ama tarihin başlangıcı kabul ettiğimiz yazının bulunmasından beri bunun üzerine düşünüyor, yazıyor, çiziyor ve hayal kuruyoruz. Mitlerimiz ölümsüzlük iksirleri, Ab-ı Hayat Çeşmeleri’nden geçilmiyor. İster tek tanrılı olsun ister çok tanrılı bütün dinler de bir şekilde ölümsüzlük vaat ederek taban genişletme eğilimindeler. Kimisi hiç ölmeyeceğiniz bir öteki dünya sözü veriyor, kimisi öldükten sonra başka bir kimlikle geri gelmeyi. Milyarlarca insan bu öykünün bir versiyonuna inanıyor sonuçta.

İniş ve çıkışları olsa da insanlık tarihi ileri doğru akıyor. Öncüler çıkıyor. Düşün insanları ölümsüzlüğe kafa yoruyor ve dinlerin vaatlerinin ötesinde açıklamalar ya da açılımlar getiriyorlar konuya. Bu kişiler insanın neticede biyolojik bir varlık olduğunu ve sonsuzluğun tüm canlılar gibi insan için de mümkün olamayacağını bildikleri için farklı önermeler üzerinde duruyorlar. Bunların -en azından bana göre- en önemlisi insanın değil, bıraktığı izin, yaptığı bir şeyin, geliştirdiği bir düşüncenin ölümsüz olabileceği fikri. İnsan kesinlikle ölüyor ama geride kalanlara anımsanacak bir isim, anılmaya değer bir yapıt bırakmışsa bir tür ölümsüzlüğe kavuşuyor.

Bu konuda en şanslı olanlar, sanatçılar, yazarlar, bilim insanları, bir de siyasi önderler elbette. Leonardo Da Vinci’yi öldürmek imkânsız örneğin. Tepemizin üstünde uçmasına alıştığımız, kimi zaman insani yardım, kimi zaman ölüm taşıyan helikopterde bile izlerine rastlıyoruz. Hipokrat, Aristo, Platon, İbn-i Haldun, İbn-i Sina, Newton, Darwin hayatımızın her alanında bir şekilde yaşıyorlar. Daha önceki gün İbn-i Haldun’un “asabiyye” teorisi konuşuluyordu televizyonda Irak’ın kuzeyinde yitirilen genç çocuklardan bahsedilirken.

Kısa süre önce düşünülmesi bile güç bir teknolojik eşik aşıldığında Jules Verne geliyor aklımıza, uzun süreli ve planlı bir intikam örneğiyle karşılaştığımızda Dumas’nın kaleminden çıkan “Monte Kristo Kontu”nu, yediği içtiği ayrı gitmeyen, bir dava için birlikte dövüşen üç kişi gördüğümüzde yine Dumas’nın “Üç Silahşörler”ini anımsıyoruz. Kapitalizmin yarattığı sefaletin türlü örnekleriyle karşılaştığımızda Hugo’dan Sefiller ve Dickens’tan Oliver Twist düşüyor aklımıza. Dünyayı yorumlarken, - evlerden ırak- sağcı bile olsak Marx’a başvurmadan edemiyoruz. İşte ölümsüzlük ancak böyle bir şey olabilir.

Geriye kalan insanlar ölüyorlar. Bağırsak da çağırsak da ölüyorlar. Hangi dilde haykırdığımız, hangi dine göre dua ettiğimiz fark etmiyor: Ölüyorlar.

Türkiye’nin Kürt Sorunu çalakalem bir köşe yazısıyla anlatılacak basitlikte değil. Yalnız şu bir gerçek: Türkiye’nin bir Kürt Sorunu var. Bunu söyleyenleri öldürseniz de hapsetseniz de sorun ortadan kalkmıyor. Aksine daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor.

Tarihsel sürece hiç girmeyeceğim ama Türkiye ile PKK arasında 1984’ten beri bir savaş sürüyor. Buna terörle mücadele de deseniz, ulusal kurtuluş hareketi de deseniz değişmeyen gerçek silahların sürekli ateşlendiği, bombaların patladığı ve çoğunlukla gencecik ve yoksul insanların öldüğü.

Türkiye Aralık ayında 12 kayıp vermişti. Bu hafta açıklanan rakamlara göre 9 ailenin daha evine ölüm haberi iletildi. Bayraklar asıldı, yas ve intikam çığlıkları birbirine karıştı. Bir taraftan da o çocuklar öldü diye sevinen ve bu sevinçlerini sosyal medyadan yansıtmayı marifet sanan beyinsiz halk düşmanları oldu.

Somuta bakarsak, burjuva siyaseti bildik ayak oyunlarını sahneledi. Birlik, beraberlik nutukları atıldı. Aynı nafile kâğıt parçasına imza atmayanlar ocak dışı ilan edildi. Bu arada saldırının yaşandığı gece haber ajanslarına kırmızı ve büyük puntolarla “acil”, “son dakika” başlıklarının kullanıldığı şu haber düştü: “Güvenlik Kabinesi yarın 14:30’da toplanıyor. Bütün gözler o toplantıya çevrildi.”

O toplantı 45 dakika sürdü. Basına “Teröristan’a izin vermeyeceğiz” başlığı servis edildi. Yanılmadığıma emin olmak için birkaç kez okudum. 6 yaşında bir çocuğun da aklına gelebilecek bu müthiş zekâ ürünü başlığı kimin yumurtlamış olabileceğini de az çok tahmin ettim. Toplantının 45 dakikalık süresi de ayrı bir rahatlama gerekçesiydi. Bunun birbirinden olumlu iki sebebi olabilirdi. Birincisi meselenin devleti yönetenleri uzun süre meşgul edecek kadar vahim olmadığıydı. İkincisi ise mesele vahim bile olsa, devleti yönetenlerin 40 yılı aşkın zamandır devam eden bu illete 2700 saniyede çözüm getirecek kadar deneyimli, becerikli ve deha sahibi olduklarıydı. Her durumda şanslıydık sanırım ama farkında değildik. 

Kısır bir döngüde debelenmeye devam ediyoruz. Aynı yanlışları ısrarla yineleyerek doğru sonuçlar elde etme ihtimali yok. Daha 20 gün önce bu köşede yazmıştım bu çatışmaya dair görüşlerimi. 

Özetle, sınır ötesi operasyon denerek havalı isimler verilen eylemler başka bir ülkenin toprağını işgal altında bulundurmaktan başka bir şey değil. Üstelik bunlar ulusal güvenliği sağlamlaştırmak bir yana, daha da kırılgan hale getiriyor. Bu ülkenin güvenliğini esas tehlikeye sokan yayılmacı emellerdir. Sermayenin taleplerinin sonucunda girişilen ve türlü yollarla sersemletilen kitlelere kim zaman fütuhat kimi zaman vatan savunması diye pazarlanan bu eylemler Türkiye’nin emekçi ve yoksul halkına ölüm ve daha çok yoksullaşmadan başka bir şey getirmeyecektir.

Ülke güvenliğini başka ülkelerin topraklarında asker bulundurarak sağlamanın sınırı nedir? Kayıplar sürdüğüne göre, çare Irak’ta Bağdat’ı, Suriye’de Şam’ı da işgal etmek olabilir mi? Türkiye’nin en büyük “ulusal güvenlik sorunu” PKK mıdır yoksa, güneyde Türkiye’nin komşusu haline gelen emperyalist ABD mi?

Şimdi yazı yazmak için oturduğum sandalyeden kalksam, 10 km ilerideki Gümüşçay Beldesi’nin Hoşap Çayı manzaralı avcılar lokaline giderek bu soruyu yöneltsem alacağım yanıt bellidir. Türkiye halkı yıllar içinde ABD’nin ne olduğunu ve Türkiye bakımından ne ifade ettiğini öğrenmiştir. O halde yapılacak şey de bellidir.

Halihazırda PKK’yı donatan ve destekleyenin NATO “Müttefikimiz” ABD olduğunu bildiğimize göre, meselenin çözümü her halde çocuklarımızı vatansız sermayenin çıkarları için yabancı ülkelerin  dağlarında kırdırmak değildir. 

Etrafı toz, duman, kan ve barut kokusu sarınca aklın sesini duyurmak güçleşiyor. Bir kere izin vermiyorlar. İstiyorlar ki, sanki bir futbol maçı izler gibi ya o taraf ya da beriki için tezahürat yapmakla yetinelim, fırsat bulursak da karşı tarafa yakın gördüğümüz kim varsa tekme tokat girişelim.

Ama yağma yok. Sosyalizm var. Türkiye Komünist Partisi bunlar olmasın diye var. Emekçinin Türkü ve Kürdü’nün aynı yolun yoldaşları olduğunu, Türk, Kürt veya Amerikan sermayesinin çıkarları için ölmek zorunda olmadıklarını bıkıp usanmadan yinelemek için var.

Ölümsüzlük cezbedici bir kavram. Ancak ölümsüzlük ölerek değil, yaratarak, gelecek kuşaklara ışık tutan yapıtlar ortaya koyarak mümkün.

TKP’nin Irak dağlarında emperyalizmin ucuz maşaları tarafından öldürülen çocuklarımıza dair ayrıntılı ve aydınlatıcı açıklamasını şuradan okursanız yaşadıklarımızın bu yazıda değinmekte yetersiz kaldığım boyutları hakkında da bilgi sahibi olabilirsiniz.

Önümüzdeki hafta ölümden olabildiğince az söz edeceğimiz satırlar kaleme alabilmek dileğiyle.