Kim bilir kaçıncı kez, yine yoksul evlerine düştü ölümün gölgesi. Emperyalizm kalfalığı peşindeki patron düzeni ise hamaset, siyasi suistimal ve daha fazla sömürü devşirecek bu ölümlerden.

Yoksulları öldüren zenginlerin savaşları

2023 yılının son haftasına girdik. Kuzey’deki savaş 3 yıla yakın bir süredir devam ediyor. Güneyimizde ise İsrail’in soykırım girişimini izliyoruz. Bütün bunlar olurken Türkiye’nin de ilan edilmemiş ve komşularının topraklarında süren bir savaşta olduğunu anımsatan ölümler yaşadık. Açıkçası ağzımızda çok acı bir tat, yüreğimizde derin bir sancı bırakan gelişmeler bunlar.

Savaşın çirkin bir gerçek olduğunu biliyoruz. Birileri kitleleri tersine ikna etmeye ne kadar uğraşsa da estetiği de yok, ululanacak, övülecek  bir tarafı da. Kim bilir kaçıncı kez, yine yoksul evlerine düştü ölümün gölgesi. Emperyalizm kalfalığı peşindeki patron düzeni ise hamaset, siyasi suistimal ve daha fazla sömürü devşirecek bu ölümlerden. 

O çarpık düzenin ömrüne ömür katmak için bir yoksulun ölümü bile çok fazla. Düzen savaş istiyor. Savaş ise yoksul insan yiyerek besleniyor. Yazılacak, söylenecek çok şey var ama ne gücüm ne cesaretim var daha öteye gitmeye. Acılı ailelere başsağlığı diliyorum.

***

Rusya-Ukrayna savaşında Batı’ya giderek bir bıkkınlık havasının hâkim olduğu görülüyor. Rus ve Ukraynalı yoksullar birkaç kilometrekare toprak üzerinde bir ileri bir geri gidip gelerek ölürlerken ABD ve Avrupa’dan Zelensky rejimine yönelik eleştiriler artıyor. Yeterince öldürmüyor, yeterince ölmüyorlar. Rusya cephesinde Putin yeniden aday olmuş Cumhurbaşkanlığı’na. Çok ısrar etmiş olmalılar. Öyle ya, savaşta ibreler Rusya’nın lehine dönmüş gibi. Ukrayna topraklarının neredeyse üçte biri “fethedilmiş” durumda. NATO’nun Ukrayna’ya yığdığı silahlar, akıttığı kaynaklar Rusya’yı yenemedi sonuçta. Üç bilemedin dört haftada sonuçlanması amaçlanan bir “operasyon”un üç yıla uzamış olmasını unutursak, bir zaferden bile bahsedebiliriz.

AB Ukrayna ile üyelik müzakerelerini başlatma kararı almıştı geçen hafta. O konudaki görüşlerimi geçen hafta yazdığım için yinelemeyeceğim. Arzu edenler şuradan okuyabilirler. Üyeliğin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini şimdiden tahmin etmek güç. Kesin olan, tıpkı Kıbrıs örneğinde olduğu gibi Ukrayna topraklarının sadece bir kısmının AB toprağı haline gelebileceği. 

ABD’de seçimler yaklaşıyor. Cumhuriyetçi bir başkan olasılığı güçlü. O başkanın Donald Trump olması ihtimali ise daha da güçlü. ABD gençliğinin son yıllarda daha politize olduğunu, daha fazla oy kullandığını biliyoruz. Önceki seçimde Biden’a zaferi getiren bu mobilizasyon olmuştu. Ancak bu kez ilerici olarak tanımlayabileceğimiz genç seçmenin aynı şekilde davranmayacağı anlaşılıyor. Özellikle Filistin meselesinde Biden yönetiminin İsrail arkasındaki duruşu bu kesimde ciddi bir hayal kırıklığı yaratmış gibi görünüyor. Diğer yandan, Biden sayesinde ücret düzeyinde kimi kazanımlar elde eden ABD sendikal hareketi içinde de şiddetli bir kırılma yaşanıyor. İsrail’in ABD’nin taraflı medyasının bile gizlemekte zorlandığı vahşetine verilen ödünsüz destek Demokratlar ile sendikal hareketler arasındaki makası açıyor. Bu arada, her seçimde bu kesimleri son dakika ikna etme/kandırma/uyutma aracı olarak kullanılan sözde solcu Bernie Sanders’ın da Filistin konusunda sınıfta kalmış olduğu bir gerçek. Özet olarak ABD’li genç ilericiler ve sendikal çevreler seçimlerde üçüncü bir adayı desteklemek ya da sandık başına hiç geçmemek gibi seçenekleri değerlendiriyorlar.  

Biden ve Demokratların özellikle de uluslararası plandaki icraatına bakınca, insanın içinden dolu dolu bir “beter olsunlar” demek geçmiyor değil. Tek sorun Trump adındaki her anlamda gerici bir meczubun iktidara gelecek olması. Bunun Türkçesi şu: Dünyanın en büyük nükleer cephaneliğinin anahtarı Trump’ın elinde olacak. Gezegenin geleceği açısından pek umut verici bir gelişme sayamayız. Diyebiliriz ki, Trump’ın freni patlamış kamyon misali yönetimi, zaten sarsılan ve zayıflayan ABD hegemonyasının sonunu daha hızlı getirebilir. Tamam da “bunun bedeli ne olur?” sorusunun yanıtı net değil. 

***

Filistin’de İsrail’in imha siyaseti devam ederken son haftalarda yeni bir uluslararası aktörün sesini daha fazla duymaya başladık? Yemen’deki Husiler. 

Yemen’de uzun yıllardır süren iç savaş, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri gibi bölgesel aktörlerin çatışmaya müdahaleleri ve ortaya çıkan insani dram dünya gündeminde de Türkiye gündeminde de hiçbir zaman yer bulamadı. Birkaç Batılı gazeteci, Yemen’de açıkça sivilleri kitlesel olarak katletmekte kullanılan Amerikan ve Fransız silahlarının üzerine gittiler ama ciddi bir kamuoyu yaratamadıkları gibi, kimi zaman kendi devletleri tarafından açıkça baskılara maruz kaldılar. Oysa Yemen’de savaş ve salgın hastalıklar nedeniyle 400 binden fazla sivil öldü. 4,5 milyon kişi ülke içinde göç etmek zorunda kaldı. Halen 21 milyon kişi insani yardıma muhtaç şekilde yaşıyor. Ülke her bakımdan perişan durumda. Bütün bunlar ne “medeni” dünyanın ne de “ümmetin” umurunda oldu. 

Husiler Yemen’deki savaşın taraflarından biri. Şia mezhebinin Zeydi koluna mensuplar. Hareketin, kurulduğu 2004 yılından beri İran’ın desteğine sahip olduğu biliniyor. İşte bu Husiler Gazze meselesine beklenmedik ve çok etkili bir şekilde müdahil oldular. 

Bu konuda Türk basınında benim denk geldiğim en kapsamlı ve emek verilmiş yazıyı Ceyda Karan yazdı. Okumanızı şiddetle öneririm. Karan, Husiler’in sahneye çıkışını çok isabetli bir şekilde “görkemli sürpriz” olarak nitelendirmiş. Peki bunun nesi görkemli?

Husiler, içimizde kimilerinin coğrafya derslerinden anımsayabileceği Bab-ül Mendeb boğazındaki deniz trafiğini kontrol edebilecek şekilde konuşlanmış bulunuyorlar. Bu boğaz uluslararası taşımacılık  bakımından hayati önem taşıyor zira Hint Okyanusu’nu Kızıldeniz’e ve Süveyş Kanalı’na bağlıyor. Husiler geçtiğimiz günlerde İsrail’in Filistin’de yürüttüğü kirli savaşa destek niteliğindeki her türlü gemi taşımacılığını engelleyeceklerini açıkladılar. Sözlerini eyleme de dönüştürdüler, bazı gemileri füzelerle hedef aldılar. 

Bu gelişmeler üzerine önce gemi sigorta ücretleri tavana fırladı, yük taşıma maliyetleri hissedilir şekilde arttı. Ardından büyük kargo/konteyner tekelleri Bab-ül Mendeb rotasını terk edeceklerini ve gemilerini Afrika’nın güneyinden Ümit Burnu’ndan geçireceklerini duyurdular. Bu da yolun asgari iki hafta uzayacağı anlamına geliyordu. Sermaye ve onun has koruyucusu ABD delirdi. Bölgeye hatırı sayılır güçte bir donanma sevk etti. ABD müttefiklerinden de destek istedi. Bu süreçte bazı gariplikler de yaşandı. Örneğin ABD donanmaya İspanyol gemilerinin de katılacağını ilan ederken İspanyol Savunma Bakanlığı haberi hemen yalanladı. Buna rağmen ABD’nin çırağı konumundaki İngiltere, Fransa ve o çırakların stajyeri durumundaki Yunanistan bölgeye savaş gemileri gönderdiler.

İşte görkemli sürpriz buydu. Dünyanın bilmem kaçıncı büyük ordusuna sahip olanlar, ülkelerindeki muhtarlık seçimlerinde bile Kudüs’ü kurtarma propagandasına başvuranlar anlamsız dış seyahatlerle vakit öldürür, bir yandan da İsrail’in savaş makinasını ihracat yoluyla yağlarken, Husiler can acıtacak noktaya vurmayı bildiler. Üstelik kendisini tehdit eden ABD ve yardakçılarına da meydan okumayı ihmal etmediler.

İradenin ve kuvvetin, asker sayısı ve silahların aritmetik toplamından ibaret olmadığını gösteren Husiler, ideolojik konumlarını beğenelim beğenmeyelim, zenginlerin her savaşında payına sadece ölüm düşen dünyanın bütün yoksullarına bir umut mesajı verdikleri için hayırlı bir iş yapmış oldular. 

Açıkçası, Husiler dünyada ve Türkiye’de bunca acı yaşanırken benim yüreğime de birazcık su serptiler.