Muhalefette olanlara karşı yapılan eleştirilerin işin doğasına aykırı olduğu, daha da kötüsü iktidarın ekmeğine yağ sürmekten başka işe yaramadığı söyleniyor.
Son zamanlarda, en azından birkaç aydır, özellikle düzen partilerinin en eskisinin yönetim kadrolarında belli bir gençleşme ortaya çıktığından beri bir yakınma ve eleştiri sık sık dile getirilir oldu. Muhalefetin iktidara karşı yapılması gerektiği, muhalefette olanlara karşı yapılan eleştirilerin işin doğasına aykırı olduğu, dolayısıyla anlamlı ve sonuç alıcı olmaktan uzaklaştığı, daha da kötüsü iktidarın ekmeğine yağ sürmekten başka işe yaramadığı söyleniyor. Aşağı yukarı böyle.
İlk bakışta yerinde bir eleştiri sanki. Öyle ya, siyasal iktidarı elinde bulunduran bir parti ya da partiler koalisyonu var. Onlar memleketi iyi yönetemiyor, bir sürü hata yapıyorlar, sonuç olarak halk da yoksulluktu, adaletsizlikti, şuydu buydu, pek çok sorun yaşıyor; durum böyleyken birileri de bu durumun sorumlusu olan iktidara yüklenmek yerine ikide bir muhalefetteki partilere ve kişilere veryansın edip hedef saptırıyor, asıl sorumluların aklanmasına, hiç değilse gözlerden kaçırılmasına yol açıyorlar.
İlk bakışın biraz ötesine geçildiğinde ise akla yakın görünen yakınmanın pek de öyle olmadığı ortaya çıkıyor.
Bir kez, muhalefet denildiğinde o sırada hükümette bulunan bir ya da birden çok parti dışındaki örgüt ve siyasal partilerin yan yana, alt alta, her neyse, bir biçimde sıralandıkları bir liste varsayılıyor. O listedekiler muhalefet, onun dışındakiler, adlı adınca yazılırsa hükümet edenler, bu arada artık kayda değer bir gücü ve saygınlığı kalmamış parlamentoda çoğunluğu oluşturanlar ise iktidar. Böylece, bu sözü edilenlerin toplumsal sınıflarla bağlarının nasıl ve hangi düzeyde olduğunun hiç gündeme getirilmeyişi bir yana, siyasal/ideolojik söylemleri ile hedeflerinin ne olduğu da büsbütün gündem dışında bırakılmış oluyor.
Oysa, bu çok kaba genellemeye uyularak iktidar organlarının dışında bırakılmış bütün siyasal özneler muhalefet başlığı altında toplansa bile, ortaya çıkan karmakarışık kalabalık, kimin kime ve ne kadar muhalif olduğu sorusunu tümüyle karşılıksız bırakmaktan başka bir işe yaramıyor.
Bugünkü somut durum göz önünde bulundurularak devam edilirse, bir yanda az buz karışık olmayan hükümet ya da iktidar bloku, bir yanda en amansız karşıtlığının o blokun başındaki tek kişiye olduğu izlenimi edinilen bir muhalifler topluluğu, bir yanda da bu ikiliye karşı olmakla birlikte nerelerde ortaklaştıklarını belirleyip açıklayamamış ve sesi soluğu da pek az duyulan bir üçüncü siyasal toplam. Epeydir varlığını sürdüren siyasal tablonun fotoğrafı çekildiğinde, buna benzer bir görünümün ortaya çıktığı söylenebilir.
Bunlardan ikinci sırada yer alan toplamın, bazı ayrıksı eğilimleri de barındırmakla birlikte, var olan toplumsal-iktisadi düzende herhangi bir köklü değişikliği öngörmediği açıkça ortada olduğuna göre onları özüne itiraz etmedikleri düzenin içinde yer edinmiş ve bir biçimde sıranın kendisine gelmesini bekleyen oyunculardan ibaret görmekte hiçbir yanlışlık ya da haksızlık yok. Dolayısıyla, muhalefete muhalefet edenler var sızlanışları, o ikinci sıradaki kümede yer alanların birbirlerine ve üçüncü kümedekilere yönelttikleri sitemler olma dışında bir anlam taşımıyor. Tümü birlikte, demokrasi adı verilen yüzyıllar sürmüş oyunun git gide bize özgü özellikler kazanma yolundaki biçimlenişlerinden biri olarak kabul edilebilir.
Düzen siyasetinde çok eskiden beri bilinen “transfer” olgusu, bu konuyu biraz daha somutlaştırmakta yardımcı olacak sanıyorum. Transfer dediğim, parlamento içinde ve dışında bir partiden ötekine geçişler. Bu trafikte akçeli iş ve ilişkilerin çok etkili olduğu yine eskiden beri yaygın bir inanış olagelmiştir. Hem halk arasında hem siyaset sahnesinde. Bu inanışın büsbütün temelsiz olduğunu, aslı astarı bulunmayan bir söylentiden öteye gitmediğini kimse söyleyemez. Söyleyenler çıksa da özellikle halk arasında kulak verip inanan pek olmaz. Bununla birlikte, partiler arasındaki transferler olgusunu sadece “Her şeyin ve herkesin bir fiyatı vardır.” sözünü hatırlatarak açıklamak çok eksik, dolayısıyla yanıltıcı bir tutumdur.
Böyle demekle, örnek olsun, bugün alabildiğine parasallaşmış futbol dünyasındaki transferleri çok eskilerde kalmış “renk aşkı” ile anlatmaya kalkanları hoşgörmeye çalışmıyoruz; öylesi, pek safça olurdu. Ancak, siyasal transferlerin kökeninde, siyaset piyasasındaki özneler denebilecek partiler arasındaki farkların iyiden iyiye azalmış olmasının da bulunduğunu görmek gerekir.
Birçok benzerinin de fazla zorlanmadan bulunabileceğini düşündüğüm bir örnek verebilirim.
Yaklaşık son bir ay içinde üç kez televizyon programlarına çıkarılmış eski bir politikacıdan söz edeceğim. Benim üniversitemde aynı dönemde öğrenciydik. Arkadaşlığımız yoktu; çünkü, hem bölümlerimiz üniversite yerleşkesinde birbirinden çok uzak noktalardaydı, hem de o sosyal demokrasi derneğinin önde gelen üyelerinden biriydi. Ama aynı derneğin üyesi, bizim fakültemizde öğrenci, delidolu ve özü sözü bir oluşunun Adanalılığından mı geldiğini çözemediğim bir kız arkadaşımızın aktardığı bilgilerle kendisini az çok yakından tanımıştım. Bu kişi, yetmişli yıllarda Ecevit’in “prensi” denebilecek bir konumdaydı. Bu sözcük o sıralarda değil, Özal’la birlikte siyaset yazınına girdi, hatırlanacaktır, bunu bilerek kullanıyorum. Aynı kişi yaklaşık 10 yıl sonra, seksenlerde Özal’ın “prensi” oldu; arkasından bakanlıklar falan geldi. Bu transferde bir akçeli ilişkinin söz konusu olduğunu ne duydum, ne de böyle bir olasılığı kondurmak isterim. Bu örnekte, sürecin gerçekleşmesine ilişkin başka etkenlerle birlikte, adlarını andığım iki ünlü politikacı ile partileri arasındaki benzerliklerin farklılıkların çok önüne geçmesinin asıl belirleyici olduğunu düşünmek doğru olur kanısındayım. Yoksa, ne söz konusu iki politikacıya ahlaksızlığını bildikleri bir kişiyi en yakınlarına almak türü bir basiretsizlik göstermeyi, ne de aynı dönemde aynı üniversitede öğrenci olduğum ve uzaktan da olsa tanıdığım bir kimseye öyle bir ahlak düşüklüğü içinde olmayı yakıştırabilirim. Partiler arasındaki farklar en az düzeydeydi ya da çok önemsizleşmişti, o yüzden üçü de böyle bir transferi rahatlıkla sindirebilmişlerdi.
Var olan toplumsal-iktisadi düzeni apaçık vahşetini daha az görünür kılacak birtakım çekiştirmelerle yumuşatıp sürdürmenin ötesinde amaç taşımayan siyasal partilere, kısaca, düzen partisi deyip geçiyoruz. Onların tek başlarına ya da birkaçı bir arada iktidarda bulunmaları ile o iktidarın dışında kalmaları, toplumda ve çoğunluğu oluşturan sınıflar üzerinde, genellikle, önemli bir değişiklik yaratmaz. Sonuç olarak, bunların tümü, düzeni emekçi sınıfların lehine köklü bir dönüşümden geçirerek yeniden kurmayı amaçlayan partiler tarafından en uygun sertlikte ve gereken süreklilikte eleştirilir. Son derece doğaldır.
Bu arada, şu köhnemiş düzenin orasını burasını onarmanın hiçbir işe yaramayacağını anlayarak, bambaşka bir ülke kurma uğraşına yönelmek için, gerek örgütsel tutum anlamında gerekse kişisel açıdan, o partilerle aralarındaki benzerlikleri en aza indirme, git gide yok etme eğilimi içine girenlerin ortaya çıkışı şaşırtıcı sayılmamalı. Burada yazılanlar ne kadar yerinde ise onların çabalarına duyarsız kalmamak da o kadar doğrudur. Bir son karar anına yaklaşıyoruz çünkü: ya bundan kötüsü de var diyerek şükredip oturacak ya da daha az kötüye razı olmayı reddedip ayağa kalkacağız. Karar vermekte gecikenleri defterden silmekse bize yakışmaz, o kadar acımasız olamayız.