Şimdi, tutkularımızın yazındayız ve yaz ayı tahmin etmediğimiz kadar hızlı geçecek. Sonra, kaygılarımızın kışı gelecek ve tüm fırtına işte o kış kopacak!

Kitlesel yok oluş ve savaş: Bilinmeyen Bir Tanrıya

BİLİNMEYEN BİR TANRIYA

O’dur insana nefes veren, güç O’nun armağanıdır bize.
En büyük Tanrılar bile boyun eğer O’nun emirlerine.
Yaşamdır O’nun gölgesi, ölümdür O’nun gölgesi;
Uğruna kurbanlar sunacağımız bu Tanrı kim?

Gücüyle efendisi oldu tüm canlıların
ve parıldayan bu dünyanın
Dünyanın, insanların ve hayvanların hakimi O
Uğruna kurbanlar sunacağımız bu Tanrı kim?

Derler ki O’nun gücüdür dağları var eden ve denizi,
Ve uzaklardaki nehri;
Onlardır gövdesi ve kolları...
Uğruna kurbanlar sunacağımız bu Tanrı kim?

O’dur yeri ye göğü yaratan ve O’nun iradesidir
bunları yerli yerine koyan,
Hepsi O’na bakar ve ürperir içten içe.
Yükselen güneş O’nun üzerinde parlar.
Uğruna kurbanlar sunacağımız bu Tanrı kim?

Gücünü saklayan sulara baktı O
ve yarattı kurbanını.
Tanrıların Tanrısıdır O.
Uğruna kurbanlar sunacağımız bu Tanrı kim?

Yeryüzünü, gökyüzünü ve ışıldayan denizi
Yaratan bu Tanrı sakınsın bizi tüm kötülüklerden.
Uğruna kurbanlar sunacağımız bu Tanrı kim?1

Radyodaki sese kulak kesiliyorum. Tanrılar, Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta toplanacaklarmış. 11-12 Temmuz’da yapılacak toplantıda, Rusya’ya karşı uygulanması muhtemel savaş planları masaya yatırılacakmış. Tanrılar belli ki yeni kurbanlar istiyor. Elbette burada muhtemel kurbanlar, panteonun en alt sırasındaki canlılar ve yaratıklar. Kolonileştirilen ülkeler ve halklar bir bir satranç masasına sürülecekmiş gibi görünüyor. Radyodaki ses, taktik lojistik planlardan, 300 bin askerden oluşan gücün 30 gün içinde doğu kanadında savaşa hazır olacağından bahsediliyor. Şimşekler çakıyor ama duyan yok!

Sesler, yoksulların dünyasına ulaşamadan büyük bir gürültüye boğuluyor ve dağılıyor. Kimsenin tedirgin olmasına gerek yok! Bilinmeyen tanrı, nükleer bir savaş çıkmasına engel olur nasılsa! NATO Askeri Komitesi Başkanı Amiral Rob Bauer, Rusya’nın karada yıpratıldığını ancak havada, denizde ve hatta uzayda hâlâ etkin olduğuna dikkat çekiyor. Belli ki rakip tanrı bu işi ciddiye alıyor. Savaşa, Avrupa ve Amerika’dan oluk oluk para ve mühimmat akıtılırken herkes diş sıkıyor. Tanrılar kulların öfkesinin önemsiz olduğunu düşünüyor. Sokaklarda uyuşturucuya, fuhuşa ve sefalete biraz daha izin veriliyor. Uzun süredir günahlar ve kurallar tamemen kaldırıldı. Ekonomide bunun yaldızlı bir adı var: Deregülasyon, yani neoliberalizmin alameti farikası. 

Kölelik için bağımlı ilişki şarttır. Şehrin çeperlerinde yılkı insanları üst üste yığılıyor. Birbirine silah çekiyor, öfkeleniyor ve kavga ediyor. Kimse bu öfkenin kaynağını keşfedemiyor. Geçmişte belirli saatlerle sınırlı olan ekran tecrübesi, artık sınırsız saatlere kadar çıkmış durumda. Herkes küçük ekranından sosyal ağlarına bağlanıyor ve tanrılar öfkeyi ölçülebilir, denetlenebilir kılıyor. Nükleer bomba o an ve o dakika üzerimize düşmediği sürece tehlikenin farkına hiç varamayacakmışız gibi hayat akıyor. Engels’in deyimiyle, kızışan ‘sosyal savaş’ asla görmek istemediğimiz gerçeğin huzursuz edici suretini bir yerlerden sürekli karşımıza çıkarıyor. Rüyayı sürdürebilmek için yasal uyuşturuculara antidepresanlara ya da sözde yasa dışı uyuşturuculara esrar ve türevlerine biraz daha batıyor yoksullar. Rüya ve mutluluk devam etsin diye ölüme biraz daha yaklaşıyor yorgun, umutsuz ve geleceksiz bırakılan bedenler...

Radyodaki ses haykırıyor! Ne konuşacak tanrılar? Gazetecilik bir dedikodu faaliyeti olduğundan beri, kırmızı halıdan geçen tanrıların şovuna meftun insanlık. Yaşlı ve açgözlü olanı sendeliyor ve bazen de konuşurken saçmalıyor ama bu da tam medyanın istediği eğlenceyi insanlara sağlıyor.

Türkiye’de sosyal savaş hızlanıyor. Tanrılar, ‘don lastiği’ dahil olmak üzere her şeye zam buyurmuşlar. Emeklilere de inin sırtımızdan ölüverin gari demişler. Kim kimin sırtında orasını bilen biliyor. Tanrıların gazabıyla yok edilen ülkelerin insanlarına nefretin kaynağı buradan geliyor. Kamu bütçesi denen hilkat garibesi, tanrıları uyuz ediyor. Tanrılar daha fazla insan kanı istiyor! Semirmeleri için daha çok kurban şart! Tanrılar, toplumsal sözleşmeyi çoktan çiğnediler. Kulların kul olmadıklarını gösterip bu toplumsal sözleşmeyi yırtıp atmaları gereken bir çağdan geçiyoruz. İşte bu duruma haklıyken, haklı olmak diyoruz. Devrim yapmak yasal bir haktır ve tanrılara gerçekte tanrı olmadıklarını hatırlatmak için tek fırsattır...

Doğada bir canlının kendi türünü yemesi, bir nevi yamyamlık hoş karşılanmayan bir şey. Doğa yasalarının görünmez sözleşmesini çiğnemekle eşdeğer. En azından ilkel dürtülerimize kadar gittiğimizde bu düşünce tüylerimizi diken diken ediyor. Soğuk Savaşın parlayan yıldızı, büyük ve ulu edebiyatçı George Orwell, ‘Hayvan Çiftliği’ adlı eserinde sosyalizmi itibarsızlaştırmak için devrimin öncülerini domuz kılığına sokmuştu. Nedendir bilinmez, kötü bir şey çağrıştırmak istediğinde insan domuz denilen sevimli canlıyı yardıma çağırır. Dinler tarihini bir kenara bırakırsak, domuzla aramızda ticari bir savaş olduğu düşünülebilir. Atalarımız bu canlıyı ehlileştirirken çok büyük sıkıntı çekmiş gibi görünüyor. Dilde, ‘domuzun’ çağrıştırdıkları biraz da bu ehlileştirilememe durumuna tepki olarak algılanabilir. Şeytan ve domuz belli ki kolay kolay insanın önünde diz çökmemiş. Orwell’in zırvalıklarını bir kenara bırakalım. Bilinmeyen Tanrılarımız insan etiyle beslenen insanlar! Kapitalizm diye tariflediğimiz bu düzen de bir yamyamlık düzeni. Tanrılar kendi suretinde bir dünya yaratıyor! İşçiler, birbirlerini dişlemeli ve yemeli ki bu yamyamlık düzeni kendi devamını sağlayabilsin. Savaş, tanrıların en sevdiği ayinlerden biri, çünkü savaş sahasında oluk oluk kan akıyor ve yamyamlık zirve noktasına ulaşıyor. Jack London’ın dediği gibi, burjuvazinin konağının çatısından içeri kan damlıyor! İnsan kanı! 

Joseph atını ağaçlara doğru sürerken, acı içinde bir haykırış duydu; ağaçlık tepeyi aşınca kıvrık dişli, sarı gözlü ve karmakarışık kızıl yeleli kocaman bir yabandomuzuyla karşılaştı. Bu canavar, kalçasının üstüne oturmuş, hâlâ haykırmakta olan küçük bir domuzun butlarını kopararak yiyordu. Uzakta bir dişi domuz ve beş yavrusu, korku dolu çığlıklarla sıçrayarak kaçışıyordu. Joseph’ın kokusunu alan yabandomuzu yemeyi bıraktı ve omuzlarını dikleştirdi. Burnundan soluyup homurdandıktan sonra, ölmekte olan ve iç paralayıcı bir sesle haykırmaya devam eden domuza döndü. Joseph sert bir şekilde atının yularını çekti. Yüzü öfkeyle kasılmış, gözleri neredeyse bembeyaz olacak kadar soluklaşmıştı. “Lanet olsun,” diye bağırdı. “Başka yaratıkları ye. Kendi halkını yeme.”2

Başka yaratıkları ye, kendi halkını yeme! Bu kutsal sözleşme çoktan çiğnendi. İnsan suretindeki tanrılar insan etiyle besleniyor. Şimdi, tutkularımızın yazındayız ve yaz ayı tahmin etmediğimiz kadar hızlı geçecek. Sonra, kaygılarımızın kışı gelecek ve tüm fırtına işte o kış kopacak!

  • 1. Steinbeck, John (2009). Bilinmeyen Bir Tanrıya. Çev: Ayşe Başçı. İstanbul: Remzi Kitapevi
  • 2. A.G.E