Bu ülkenin arafına doğduk, cehennemine denk geldik. Ülkenin, insanların güzel zamanları geri gelsin diye imzalar topladık, kendimizce uğraştık.

Kaan Ertem, Moğollar ve kuşak olamamış bir neslin imzaları

Unutmuşum. Aslında unutmak da değil; bellek, hafıza böyle çalışıyor: yeri gelirse anımsıyor. Yeri gelmeyince, bahsi açılmayınca, bir vesile olmayınca ise geçmiş, yaşananlar gömülüp gidiyor. 

Hâlbuki geçmiş, bir biçimde insanın zihninde duruyor. Yeri gelirse hafifçe kımıldanarak kendini hatırlatıyor. 

Salı günü, Kaan Ertem’in ölüm haberini okuyunca aslıda kafamda bir şeyler canlanmıştı. Uzak ve belirsiz bir şeyler. Hatta Erdener Abi tiplemesini yarattığını da okuyunca sanki çok yakın bir tanıdığın haberini almış gibi hissetmiştim kendimi. Ama nereden, neyi hatırlıyordum ki? Hatta neyi hatırlayamıyordum, işte bunlar eksikti. 

Kaan Ertem’i ve Erdener abiyi benim zihnim için o kadar yakın, tanıdık kılan şeyin ne olduğunu hatırlayamamıştım işte. Hatırlamak yoktu ama bir his vardı işte sadece. Belki 53 yaşında veda etmiş olmasındandı. Belki kanserden… 

Moğollar’ın paylaşımı olmasa hatırlamazdım herhalde. Belki arkadaş grubu içinde (grubumuzun adı da Dostların Arasında) Erdener Abi’yi yazışır geçerdik. Aramızdan birisi Kaan Ertem’in ortak geçmişimizdeki yerini hatırlatırdı. Ama belki…

*

İnsan unutuyor. Boşuna söylememişler: Hafıza-i beşer nisyan ile malûl! 

Nisyan olmasaydı… İsyan daha kolay olurdu.

Kesin.

*

Ama sonra Moğollar’ın paylaşımını iletti Erkin. Lise’den sınıf arkadaşım. Hayatımda gördüğüm en iyi, en estetik basketçilerden birisi. Burdurlu ama içinde, zihninde, bileklerinde, bacaklarında kesin zenci kanı, ruhu taşıyor. Hem de halen. 

Erkin hatırlattı işte tüm lise ekibine. Moğollar’ın paylaşımını görünce heyecanla yazdı hepimize. Grup, Kaan Ertem’e Twitter üzerinden hem veda etmiş hem de teşekkür etmişti. Moğollar’ın yeniden bir araya gelmesine vesile olduğu için. Ve o vedanın, o teşekkürün içinde “bizler” de vardık! Liseli halimizle.

İşte o zaman hatırlamaya başladım geçmişi… Ufaktan…

*

Sene 1992. Aylardan Mart ya da Nisan. Lisenin ilk yılı. Eskişehir Fen Lisesi. Uzun serviler arasında bir bina, bir okul. Eski demiryolu hastanesi. Almanlar inşa etmiş deniyordu bize. Yüksek tavanı ve uzun camları ile büyülü bir mabetti sanki. Türkiye’nin en büyük fabrikalarından birisinin, vagon fabrikasının dibinde, hatta içinde. 

Biz ise toplanmışız Ege’nin, civarın dört bir yanından. Manisa’dan, Uşak’tan, Denizli’den, İzmir’den ve de Sakarya’dan. Ayda bir kez “evci çıkabilecek” öğrenciler olarak aynı sınıfa, hatta aynı yatakhaneye yerleştirilmişiz.

Yerleştirilmişiz ama herkes ayrı bir tatlı zekâya sahip. Tatlı ve sivri. Aramızda kimya düşkünleri, gitaristler, şairler, matematikçiler ve edebiyat kurtları var. Herkes hayata meraklı, herkes çok renkli. 

Ve herkesin ailesinde solculuk var. Az ya da çok. Yenik belki ama kesinlikle mağrur. 

Ve hatta inatçı. 

Öyle denk gelmişti işte. Aynı sınıfta, aynı yatakhanedeydik.

*

Tamam hepimiz okumaya aynı dozda düşkün değildik ama herkesin elinde en az bir kitap, en az bir dergi olurdu. Sürekli… 

Yatılı okul ve erkek yatakhanesi söz konusu olunca akla önce hangi dergilerin geldiğini iyi biliyorum ama bizim yatakhanede acayip dergiler de vardı işte: Şizofrengi, Hayalet Gemi, Ateş Hırsızı, Antrakt gibi. 

Herkes okurdu. Hatta herkes yazardı. Şiir, öykü, günlük, aşk mektubu ve hatta roman. Öyle bir ortam vardı yani.

Tabii ki Leman da giriyordu yatakhaneye. Hem de her hafta (Gırgır da alırdık her hafta: Aptülika için! Dünyadan ve memleketten Rock’n Roll haberleri almak için). 

Kaan Ertem ise Erdener Abi’yi çiziyordu Leman’da. Bir tek çizmekle de kalmıyordu, sayfa kenarında her hafta küçük notlar yayınlıyordu. Okurla iletişim kurmanın önemli olduğu yıllardı o yıllar. Yazarlar, çizerler okurlarına hem seslenir hem de yer açardı sütunlarında, sayfalarında. Kaan Ertem ise bu tarzı neredeyse yeniden yaratmıştı. Küçük küçük notlar yerleştirirdi Erdener Abi’nin hemen yanına. Ve herkesi harekete geçirirdi.

*

İşte 1991-92 gibi Moğollar’ın yeniden bir araya gelmesi için bir imza kampanyası başlatmıştı Kaan Ertem. Haftalarca “Bu güzel gruplar nasıl olur da dağılır, müzik yapmaz!” diye serzenişte buluna buluna yazdıktan sonra işi imza kampanyasına dönüştürmüştü. Yonca Evcimik’in ilk albümünü çıkardığı aylardı. Tarkan ise daha tıfıldı. Melih Gökçek henüz ilçe belediye başkanıydı, henüz sanatın içine tükürmemişti. Türkiye’ye bir başka don biçiliyordu ve Kaan Ertem’in çağrısı aslında bir tür itiraz gibiydi. En azından biz öyle yaşıyorduk. Eskişehir’de, fen lisesi yatakhanesinde. 4-D sınıfında.

Yani Moğollar’ın temsil ettiği kültür ile gittikçe ısınan pop kültürü karşı karşıya getirme, aynı kefeye koyma anlamında değil ama kendini her gün hissettiren bir itiraz da vardı işte. Ve biz de bu itirazın içine doğuyorduk o lisede. Biz de itiraz ediyorduk. Birçok şeye…

Baskıya, üzerimize çöken dinciliğe, yozluğa, boşluğa, öğretmenlere, kızlara, dünyaya, solun yenilmesine, ahmaklığa kendimizce (ve yaşımızca) itiraz ediyorduk. 

İtiraz ediyorduk, çünkü, mesela Eskişehir’in o meşhur Esnaf Sarayı’nda dahi Moğollar’ın eski albümlerini bulmak mümkün değildi. Ivır zıvır vardı ama bizim aradıklarımız, bizim insanlarımız yoktu! Tamam, elimizin altında Moğollar ve Silûetler albümü vardı ama ne Moğollar’ın ne de başka grupların (Bilge’nin tam da o imza mektubuna yazdığı gibi Deep Purple, Led Zeppelin, Silüetler, Uriah Heep, Pink Floyd) albümlerine ulaşmak mümkündü. Ve her fırsatta elimizdekini avcumuzdakini kötü “çekme kasetlere” yatırıyorduk. Tereddüt etmeden.

*

Kaan abinin imza kampanyasına katılmayı kesin Umut ve Bilge akıl etmiştir. Mektubun yazılışını, yatakhanedeki telaşı, imzaların toplanmasını ve Bilge’nin o özenli yazısını şimdi daha iyi hatırlıyorum. Başka şeyleri de…

Eskişehir’de baharın kokusunu, postanenin yolunu, Kibele Kitabevi’ne gitmenin heyecanını, Doktorlar’da yürüyüp Kılıçoğlu Sineması’nın büyüsüne kapılmayı... Aşkı, sevgiyi, dostluğu, merakı, ilk gençliğin çalkantısını, hüznünü ve inadını, enerjisini ve uçurumun ucuna varan gözü karalığını…

Kaan Ertem işte şimdi neredeyse 30 yıl öncesinde kalan bu küçük geçmişin bir parçasıydı bizim için.

Çarşamba sabahı mektubu ve imzaları görünce hem içimiz gitti hem de aynı heyecana kapıldık. 

Kapıldık ama 92’de kalan o gençlere de şapka çıkardık demeliyim. Mektuptaki o üslup, o sesleniş, arayış ve enerji…

Ne kadar da güzelmiş.

Çok daha büyük şeyleri de hak ediyormuş…

*

O imza kampanyası sonunda Moğollar yeniden toplandı. Kaan Ertem inadı sayesinde. Hatta Türkiye Turnesi’ne çıktı Moğollar. Ve tabii ki Eskişehir’e de geldiler. 1993 Kasım’ıydı sanırım. Biz konsere gidebilmek için benim amcaoğlunun dergâh evine “evci” çıktık. Sağolsun bizi kırmadı. Sayesinde konsere gittik.

Konsere gittik ve deliler gibi hopladık zıpladık, kafa salladık. Hatta aramızdan Umut, konserin sonuna doğru koşarak sahneye indi ve yatakhaneden yürüttüğümüz bir çarşafı hediye etti Cahit Berkay’a. Üstünde imzalarımız, müzik sevgimiz ve umutlarımızla.

*

Kaan Ertem’in üstünde imzalarımız olan mektubu Moğollara verdiğini, Moğollar’ın da mektubu (ve muhtemelen binlerce mektubu) sakladığını bilmiyorduk. Bu hafta öğrendik. Kaan abi giderken de bizlere bir hediye bıraktı. Sağolsun.

*

Bizler, 76 doğumlular. Hatta 74-79 arasında dünyaya gelenler. 91 Fen Lisesi girişliler ve o liselerin 94 mezunları… Bu ülkenin arafına doğduk, cehennemine denk geldik. Ülkenin, insanların güzel zamanları geri gelsin diye imzalar topladık, kendimizce uğraştık. 

Belki “güzel zamanlar” olsun diye daha çok uğraşmalıydık. Sadece geçmişi geri çağırmakla yetinmemeliydik. Daha çok emek vermeliydik. Koşturmalıydık…

Kuşak olamamış bir nesildik ama işte... Mesela bir 98 kuşağı olarak dünyaya ve ülkeye damgamızı vuramadık. Öyle bir tarih yaşamadık, yaratamadık. 

Belki biraz iz bıraktık.

Yıllardan ve yollardan sonra hatırladığımız imzalarımızla…

*

Not: Moğollar ve Silûetler albümünü de ekliyorum bu hatırlamaya.