'Küçük Adam Ne Oldu Sana?'

'Küçük adam bir gün öfkelenip sövüp saymayla da yetinmeyecek ve bu dünyada çok şeyi değiştirecek. Tarih bize bu gerçeği fısıldıyor.'

Selçuk Işık

Hayatı tuhaflıklarla dolu, keşfedilmeye değer bir yazar Fallada. Burjuva bir ailenin çocuğu olmasına rağmen, yaşamı hapishanelerde ve akıl hastanelerinde, bağımlılık ve yoksullukla mücadeleyle geçer. Genç yaşlardan itibaren zihinsel ve fiziksel hastalıklar yaşar, morfin bağımlılığı geliştirir. Bu yüzden yapıtlarında hep küçük insan portreleri üzerinden çağa damgasını vuran sorunları işler. 1931 yılında nispeten istikrarlı ve ayık bir döneminde “Küçük Adam Ne Oldu Sana?” adlı kitabı yazar. Tıpkı kitabın başkahramanı Pinneberg gibi, o da bir kadın işçiyle evlenmiştir; küçük bir çocuğu vardır, borçlarla ve düşük ücretlerle mücadele etmektedir. Dolayısıyla diğer bir çok romanında olduğu gibi bu romanı da otobiyografik bir yan taşır.

"Küçük Adam Ne Oldu Sana?" kitabı Weimar Cumhuriyeti'nin ekonomik çalkantılarla dolu son günlerini anlatan, alaycılığı toplumsal gerçekçilikle harmanlayarak çöküşün eşiğindeki bir toplumda hayatta kalmaya çalışan sıradan bir ailenin yürek burkan portresini başarıyla yaratmış bir başyapıt.

Romanın konusu oldukça basit. Genç bir çift, Johannes Pinneberg ve kız arkadaşı Emma Morschel, bir bebek beklediklerini anlayınca evlenmeye karar verirler. Bebek sahibi olma fikri sevinçli bir olay olarak değil, çözülmesi gereken can sıkıcı bir finansal sorun olarak tasvir edilir. Evlenerek başka bir yere yerleşen çift, çocuklarının dünyaya gelmesiyle birlikte ekonomik olarak sıkıntılı günler geçirmeye başlar.

Almanya'da o dönem milyonlarca işsiz vardır. Ekmek aslanın ağzındadır ve çift kendilerini giderek daha fakirleşirken bulurlar. Baş kahramanımız Johannes Pinneberg düşük ücretler, enflasyon, sömürü ve işsizlikle cebelleşmektedir. Bu zorluğu göğüslemek için yaşam standartlarını sürekli olarak düşürerek, izbe, hatta tehlikeli denebilecek evlerde yaşarlar. Durum o kadar kötü hale gelir ve geçim sıkıntısının ağır yükü altında o kadar ezilirler ki bu küçük insanlar hayatın nasıl devam edeceğini bilemez hale gelirler. İronik bir şekilde, kitabın üçüncü bölümü "Hayat Devam Ediyor" olarak adlandırılır ve anlatıcı “elbette” hayatın devam ettiğini söyler. Fakat çok daha kötü koşullarda devam etmektedir hayat. Belki de can alıcı soru şudur: Hayat ne kadar süre böyle devam edebilir ya da insanlık onuru daha ne kadar ayaklar altına alınabilir? 

"Küçük Adam Ne Oldu Sana?" eserinin bana göre iki önemli özelliği var. İlki edebi parlaklığı. Fallada oldukça akıcı bir dille yazmış ve yazıları adeta sayfada dans edercesine ilerliyor. Okumak kesinlikle keyifli. Roman ayrıca Dickensvari alaycılık ile dolu ve bu sahneler ustaca ele alınmış. Fallada aile ilişkileri, akıl almaz iş yeri politikaları ve Weimar Cumhuriyeti dönemindeki birçok acı gerçeklik üzerine büyük bir komedi yapar. Oğlunu açıkça satan sahtekar Bayan Mia Pinneberg karikatürü bir grotesk harikası gibidir. Fallada'nın komik ve etkili diyalogları, Gogol, Dickens ve Dostoyevski gibi ustaları hatırlatır. Komik sahneleri aynı zamanda sinematik bir etkiye sahiptir. 

İkinci önemli özelliğiyse romanın o meşhur realizmi denebilir. Weimar Cumhuriyeti dönemi Almanya'sının kanlı canlı bir resmini bulursunuz önünüzde; çaresizliği, yoksulluğu, ahlaki çöküntüyü içinizde hissedersiniz. Bazen bu temalar birbirine karışır, örneğin Heilbutt karakterinde olduğu gibi. Satış temsilcisiyken işinden olan Heilbutt, nudizm hobisini çıplak fotoğraf satışı işine dönüştürür. Weimar Cumhuriyeti döneminde, dürüst ve sıradan bir adam olan Pinneberg ve kuzucuğu gibiler dışında herkes yasayı çiğnemeye yatkın gibi görünür, çünkü Pinneberg’ler sadece hayatta kalmaya çalışmaktadır.
Roman, ikinci sınıf bir vatandaş olarak yaşamanın zorluğunu, çaresizliği ve yoksulluğu tüm gerçekliğiyle hissettirir. Bu açıdan kitabı okuduğunuzda dünya sıklıkla yabancı bir yer gibi görünebilir. Ancak kapitalizmin derin bir ekonomik krize yuvarlandığı, neofaşist hareketlerin durmadan güç kazandığı, derin bir barınma krizi ve yoksulluk içinde debelendiğimiz şu günlerde o dünyanın hepimiz için bir o kadar da tanıdık geleceğine emin olabilirsiniz. 
Kitaptan bir alıntıyla bitirelim:

“İşyerimde birçok arkadaş da böyle düşünüyor,” dedi Pinneberg. “Fakat ‘Bizi kimin yönettiği umurumuzda değil,’ diyenler de var. Onlara göre başa kim geçerse geçsin bizi aldatıyor.” “Peki, seçim sandığına gitmeleri gerektiğinde ne yapacaklar?” dedi kuzucuk. “Kime verecekler oylarını?” “Bilmiyorum,” dedi Pinneberg. “Belki şimdikilere... Bazıları sosyalistleri seçebilir. Sanırım birçoğu da Nazileri.” “Hayır, hayır,” diye atıldı kuzucuk. “Biliyor musun, ben olsam oyumu kime verirdim?” “Kime mi? Komünistlere mi?” “Tabii.” “Bunu biraz düşünmemiz gerek,” dedi eşi. “Benim de arada sırada kafamdan geçiyor, ancak kesin bir karar veremiyorum. Onlar bize ne verebilir ki! Bütün işleri güçleri burjuvayla dik yakalı proleterlere küfür edip durmak.” “Bırak küfür etsinler,” dedi kuzucuk. “Ben yine de KPD’ye vereceğim oyumu! Utandığımız için öfkelenip sövüp saymazsak bu dünyada hiçbir şey değişmez.”

Ne kadar tanıdık değil mi? Küçük adam bir gün öfkelenip sövüp saymayla da yetinmeyecek ve bu dünyada çok şeyi değiştirecek. Tarih bize bu gerçeği fısıldıyor.