Kentleşme oranının hala yüksek olduğu, nüfusun önemli bir kısmının kentlerde yaşadığı bir ülkemiz var. Kentler hayatımızın iyi ve kötü pek çok hikayesine kaynaklık ediyor. Ama son dönem sinemamıza ve edebiyatımıza baktığımızda hep bozkır görüyoruz. Uçsuz bucaksız bir kuruluğun, tekdüzeliğin, kavruk bir kötülüğün yatağı bozkır acaba kentin sorunlarından ve gerçeklerden kaçan yaratıcı aklın yeni sığınağı mı diye düşünmeden edemiyor insan.
Bozkırı ele alan, bozkırda geçen pek çok kötü eser izledik ve okuduk. Bu yazıda bozkır meselesini ele alan iyi sayılabilecek eserlere, Türker Ayyıldız’ın öykülerine yer vereceğiz.
Geçtiğimiz Mayıs ayında ilk romanı "Sin" yayımlanan Türker Ayyıldız 1972 Yozgat doğumlu. şiir ve öykülerinin yanı sıra artık romanıyla da tanışma şansımız var.
Şiirleri, Kese Kağıdına Sarılı Şeyler adıyla 2009'da kitaplaştı. İlk öykü kitabı Vapurlara Küsmek ise 2011'de yayımlandı ve Orhan Kemal Öykü Ödülü'nü aldı. Şikeste, yazarın 2015'te yayımlanan ikinci öykü kitabıydı.
Ayyıldız’ın öykü dünyasını keşfetmeye başlayan biri, o dünyanın gri, puslu, bozkırı andıran atmosferine kapılıveriyor. Süslü püslü, şımarık, yılışık bir dünya değil içine düştüğünüz. Karakterlerin acısına, umuduna, yalnızlığına, neşesine sinen bir duygu var bu atmosferde: Ağırbaşlılık.
Çocuklar bile, etrafındaki dünyadan ağırbaşlılıklarıyla ayrışıyor. Minyatür Kale'de, Güz Değil Sonbahar'da, Kuşçu Akif'in Kanatları'nda, Sağ Sol'da, Sır'da karşımıza çıkan çocuklar sert bir dünyada yaşıyorlar. Bu sertlik, acımasızlık, çocuklara yakışmayacak bu hayatlar da nerden çıktı diye soruyoruz kendi kendimize? Üstelik o çocuklardan biri büyüyor, yine gelip orta yere düşüveriyor Son Öykü'de.Yalnızca çocuklar değil, bütün karakterler zor hayatlar yaşıyor.
Bütün karakterleri kuşatan bu grilik tesadüf olamaz, bunu hissediyoruz. Aynı zamanda, bu kuşatmanın, her bir karaktere nasıl yansıdığını, karakterle nasıl hemhal olduğunu da okuyoruz.
İnsanların zorlu hayatlarını arabesk bir anlatıya düşmeden serimliyor Türker Ayyıldız. Oysa hayatın zorluğu bu kolaycı, yenik anlatım biçimini davet ediyor. Dört Kız Bir Oğlan'da, Bir Garip Düş'te, Burgaz'da Pazar öyküsünde karşımıza çıkan kadın katili Ramazan bu sebeple bir kader mahkumu değil. Ramazan vesilesiyle ailenin, devletin, toplumsal ilişkilerin dahil olduğu bir şebekeyi suç üstünde, bir arada görüyoruz.
Yine Vapurlara Küsmek’te vapur gişesinin halden anlamaz sarı badem bıyıklı görevlisinde ve bir başka öyküde çocuğun elindeki pastaya bile düşman sarkık bıyıklı cezaevi görevlisinde gericiliğin temsilini, Yeşil Cip'te, adeta “yeni Türkiye”nin habercisi arabesk ve porno düşkünü, işkenceci, darbe yandaşı bir subayı karşımızda buluyoruz. Bu açıdan baktığımızda farklılıklarıyla kendisini gösteren karakterleri birbirini tamamlayan bir bütünlük oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Bu karakterlerin yılışık bakışlarındaki çirkinlik, ikiyüzlülük, çıkarcılık bir hayli tanıdık . Karakterlerin yakamızdan düşmeyen, gelip gelip bizi rahatsız eden varlığı etkili bir süreklilik hissi yaratıyor. Bu da Ayyıldız’ın öyküsündeki güçlü bir başka taraf. Öykü bitince kötülüğün yok olmayacağından eminiz.
Diğer yandan bir direnç duygusu ince ince kendini hissettiriyor. Karakterler, boyun eğip, kaderlerine rıza gösterip, yapacak bir şey yok diyerek kenara çekilmiyorlar hemen. Minyatür Kale'nin Mesut'unda, Yeşil Cip'in amcasında, Vapurlara Küsmek'in Payidar'ında gördüğümüz tam olarak bu. Hiçbir şeyleri yoksa, bozkırda sertleşmiş haklı yumrukları var. Zaman zaman kaybolup yeniden ortaya çıkan bu baş eğmez karakterler de Türker Ayyıldız’ın içinden bozkır geçen öykülerine bir farklılık katıyor doğrusu.
Öykülerde bozkırı, belirlediği atmosferi, insan ilişkilerindeki izdüşümüyle tanıyoruz. Ama onu bütün kötülüklerin kaynağı, bitimsiz bir kuraklık olarak okumuyoruz. Bozkırı tanımayan, kuraklıktan ibaret görenlere şaşırtıcı sürprizler var öyküler boyunca. O sürprizlerden bir kısmı Iskarpela'da, Salak Ahmet Tesisleri'nde, Köstebek Sancısı'nda okuru selamlıyor.
Vapurlara Küsmek ile Şikeste arasındaki dört yılda Türker Ayyıldız’ın dilindeki sade etkinin güçlendiğini, tercih ettiği ayrıntıların öyküleri boyutlandırıp, belli bir derinliğe kavuşturduğunu söyleyebiliriz.
Ayyıldız’ın öyküleri bir çığır açıp, öykücülüğümüze yeni bir soluk katmıyor. Zaten bize kalırsa bu şart da değil. Fakat Ayyıldız, okura kötülüğün, kuruluğun, tekdüzeliğin yatağı olarak sürekli karşımıza çıkan bozkır anlatısının içine, zenginleşen bir dille, umut bulaştırıyor. Bunu açıkçası oldukça kayda değer gördüğümüzü de not edelim ve Türker Ayyıldız’ın yeni öykülerinin daha çok okura ulaşmasını dileyelim.