Baharda yine geliriz

Ne güzel bir kitap adı, değil mi?

Ama kitaba adını veren öyküyü okuyunca  söylenmemiş sözler, iyicil utangaçlılar, içli vicdan hesaplaşmaları karşısında ışıltılı umut yerini savsak bir vaade bırakabiliyor. Ama olsun, ben tek başına, tüm bütünlükten bağımsız olarak “baharda yine geliriz” deki umudu, cıvıltıyı sevdim.

Barış Bıçakçı'nın saymadan duramadığım otuz iki kısa öyküsünden oluşuyor kitap. Gündelik yaşamdan minik kesitlerle dokunmuş öyküler, hayatımda  otomatiğe bağladığım tüm yapıp etmelerimi anlamlandırıyor, güzelleştiriyor.

Balkonda boş duran saksı bile bir anlam kazanıyor. Farklı görünüyor. Toprağını eşeliyorum havalansın, yeni çiçeğine hazırlansın diye...

Ya da bir sokak köpeği, bir evsiz, inşaatta çalışan yaşlı ve genç işçiler, fırındaki çatık kaşlı, mutsuz tezgâhtar, otobüste göz göze geldiğim Karadenizli balıkçı, Kadıköy Caz Günleri'ne giden orta yaşlı bir çift, hepsi ama hepsi başka türlü gözüküyor gözüme.

Bir anlam kazanıyorlar. Bir öykü anlatıyorlar sanki. İşitmek için durup soluklanmam gerekiyor. Acele etmeden.

Öyküleri okumaya başladığımda  sadelik, derinlik, incelik ve içtenlik karşısında şaşakalmıştım. İçim neşe ve sevinçle dolmuştu. Öyle ya, beni böylesi sarsan ve mutlu eden bir yazarla son zamanlarda  karşılaşmamıştım. Heyecanlandım. Onu daha çok tanımak, daha çok okumak istedim. Sonra anımsadım, bir zaman Bizim Büyük Çaresizliğimiz'i okumuştum. Çok beğenmiştim onu da. Bir yerlere not etmiştim. Üstelik pek tatlı bulduğum filmi de izlemiştim. Evet.

Ama dedim ya, gündelik yaşamın hayhuyunda, dağınıklığımda kalakalmış öyle. Taa ki, Baharda Yine Geliriz'le karşılaşınca. İnsanın içini cız ettiren bir olay, ama tam başı sonu belli bir olay değil, bir sis perdesinin arkasından gösterilen, yer yer kırık dökük olaylar. Durum öyküsü ile olay öyküsü arası, kimi zaman bir duygunun, kimi zaman bir anın peşinden giden öyküler. Sait Faik'in Şiştt Şişşt öyküsünde olduğu gibi sonrasında ince sızıya eşlik eden bir yaşama sevinci yüreğini buruyor insanın.

Ekşi Sözlük yazarlarından biri şöyle demiş “Üşüyenlere birebir. O kadar sıcak...” Ne güzel demiş.

Sonra başka biri -ya işte böyle senden naber- rumuzlu dost “Barış Bıçakçı'yı okuduğum zamanlarda, daha iyi bir insan oluyorum. Çok net.” diyor. 

Barış Bıçakçı okuyan ve yapıtlarını sevenlerin hepsi sevilesi yani.

Evet, evet, evet. Kesin bilgi.

Keşke yayımlandıkları zaman okuyaydım diyorum.Bazen geç kalınıyor işte.

Sonra Sinek Isırıklarının Müellifi'ni okudum. Harika, dönüp dönüp okunacak romanlardan. Beğendiğim yerleri not alayım dedim. Baktım ki romanı yeniden yazacağım. Durdum.

Modern zamanların insanlarını anlatıyor yazar. Cemil ve Nazlı çifti ne tatlılar. Ne tanıdık ve ne “bizden”ler...

Cemil, kitap dosyasını İstanbul'daki yayınevindeki editör kadına bırakmış, kaçarcasına Ankara'ya dönüyor.  Kulağı telefonda. “Karahindiba tohumu değil, kırk beş yaşında bir adam sonuçta”   Editör kadınla kendi kendine konuşuyor, tartışıyor, kavga ediyor sürekli. 

Nazlı çalışıyor, Cemil uzun yıllar çalışmış ama ev adamı olmaya karar vermiş sonunda. Ayaş Yolu'ya İstanbul Yolu arasında yer alan toplu konutlarda yaşıyorlar. Ankara'yı, toplu konutları, aşağı katta bakıcısıyla yaşayan yaşlı kadını, akıtan banyoları sever oluyorsunuz neredeyse.

Nazlı ile Cemil'in hayatlarından önemlice bir kesite tanık oluyor, yoldaşlık ediyorsunuz onlara romanı okurken. O kadar gerçek karakterler yaratmış yazar yani.

Nesnelere, olaylara, kişilere  renk, can  ve anlam verme ustası Barış Bıçakçı.

Geri dönüşler, iç içe geçişlerle arka planda Cemil ve Nazlı'nın hayatı anlatılırken, geçmiş, çocukluk, gençlik, hayaller, aşk, evlilikler, eğitimli orta sınıfın sıkışmışlığı son derece ustaca işleniyor, oya gibi örülüyor.

Takıntılı Cemil'in çocukluğundaki tüm anılara tanık olmuş saat bozulunca tamirciye götürüşü ve tamirciyi tarif edişi ne harika Allahım. Sanki ben de oradaydım ve Cemil'in gözlerinden tüm olup bitenlere tanık oldum.

Sonra aşağıdaki şiirsel ve yalın anlatımı, çok basit bir tamir eyleminden çekip çıkarıveriyor.

“Anne hayatta, baba hayatta, saat yeni ve çok yuvarlak çok güzel yuvarlak. (...) Şimdi bozulmuştu. Kurma düğmesi dönmüyordu. Zembereği kırılmış olabilirdi, durmadan başa dönmek yorar, metalleri de insanları da. Dörde on kalanın kesinliği de yol açmış olabilirdi zembereğin kırılmasına, çünkü kesinlik de yorar.”

Sonra Nazlı'yı anlattığı bölümde,

“Dünyamızda alışılmışın dışındaki her şeyin açıklanması gerekir ve bu hiç de masum bir gereklilik değildir. Açıklama yaparsınız, neden gösterirsiniz, makul gerekçeler sunarsınız, sonra bir bakmışsınız tam da sizden açıklama bekleyenlerin dilini kullanıyorsunuz, kendi dilinizi değil. Birilerine açıklama borçluysanız borcunuzu daima kendi dilinizi harcayarak ödersiniz.”

Ve

“İnsan gençken olmayacak şeyler ister. İkindi ezanı caminin bozuk hoparlöründe çınlar. Bir sokak köpeği uzun uzun havlar. Bir kedi diğer bir kedinin kıçını koklar. Olmayacak şeyler olmaz.”

Ve ayrıca

“Cemil, kitaplığa bakarak ulaştığı sonuçları Nazlı'ya açıklıyor. “Bir: Yoksunluk ve özlem bizi zinde tutuyor, zamanın dışında tutuyor. İki: Arzuları doyurmak bizi pelteleştiriyor, zamanın içine atıyor.”

Son olarak da,

“Benden okumak için kitap önermemi isteyenlerin kalbimi de istediklerini sanıyordum, hala da öyle”

Böyle diyen  bir yazar okunmaz da ne yapılır?

Yeni roman Seyrek Yağmur'muş...

Okumaya korkuyorum. Onun için önce okumadığım kitaplarını okuyacağım. Isınmak için.