Arapsaçı

Güneyimizdeki duruma değinenler için çok uygun bir söz. Böyle bitişik yazıldığında Arap halkından olanlarla bağlantısı biraz azalıyor sanki; ama hem bu deyişin yer ettiği ülkemizde o halka yakıştırılmış böyle fiziksel denebilecek bir benzerlikten yola çıkılarak hem de işlerin büründüğü anlaşılması, çözülmesi, bileşenlerine ayrılması pek güç durumdan dolayı son zamanların, özellikle de son birkaç haftanın, hatta günün olaylarını özetlemek bakımından bundan daha uygun söz bulmak kolay olmasa gerek.

Nitekim, Oğuz Oyan da 18 Şubat günü burada konuyu ele aldığında “işler karışırken” diye söze başlamış. Ancak, karışıklığı anlatmada yukarıdaki daha uygun görünüyor bence. Kuşkusuz daha iyileri de bulunabilir.

Oyan’ın ilerlemek bakımından yararlı olacak birkaç satırını aktararak sözümüzü sürdürelim:

“Suriye topraklarında ikisi davetli ikisi davetsiz olmak üzere dört yabancı devlet bulunuyor. Rusya ve İran davetliler grubundan, buna Lübnan'da yarı-iktidar sayılan Hizbullah'ı da katabiliriz. ABD ve Türkiye ise davetsizlerden.”

Güzel. Güzel derken, çizilen tablonun kendisi güzel değil de onu resmetmek bakımından bu satırlar işe yarıyor, demek istiyorum.

İşe yararlığı artırmak için izleyen satırları da buraya almakta yarar var:

“ABD'yi Suriye'ye getiren en büyük bahane IŞİD oldu, bu nedenle IŞİD'in haritadan tamamen silinmesi işine gelmiyor. Bu arada, yetkisi olmadığı halde ABD'yi Kuzey Suriye'de tutan bir Suriye içi güç olarak PYD/YPG yapılanması da ABD'ye işgal gerekçesi üretmiş durumda. (Doğrudan sahada yer almayan ama vekalet güçleriyle boy gösteren bölgenin Sünni Arap ülkeleri ve İsrail ile Batılı ülkeleri ve NATO'nun gölgesini burada hesaba katmıyoruz.)”

Demek, adıyla sanıyla, Birleşmiş Milletler üyesi dört devlet ve onların orduları, elde var bir. O devletlerin en kodamanına bahane yaratmış, IŞİD biçiminde başlayan adı habire değiştirilen, ama gücü azalmakla birlikte varlığı ve vahşeti hiç eksilmeyen ismiyle müsemma bir terör örgütü ve irili ufaklı cihatçılar, iki. Artı, çeşitli vekalet örgütleriyle sünni Arap ülkeleri, aynı bölgenin kurdurulduğundan beri her musibetin içinde eksik olmayan emperyalizm taşeronu İsrail, Avrupa Birliği’nin demokrasi şampiyonları ve nihayet NATO.

Gelin de “breh, breh, breh” nidasıyla birlikte gariban Müslümanın duasını dilinizden düşürün: “Allah sonumuzu hayreyleye!”

Haritaya bakıldığında biraz aşağımızda ve hemen yanıbaşımızda olup bitenlere akıl erdirmeye çalışan Müslüman yurttaşımız, bulunabilirse eğer bu tipin gerçek yaşamda bir karşılığı, mümkünü yok bir anlam veremiyordur. Hemen hemen son bireyine kadar Muhammed Peygamber’e iman etmiş sayısız insan birbirinin boğazına sarılmış, daha doğrusu, boğazına sarılacak kadar yaklaşmadan, vuruyor patlatıyor, kesiyor biçiyor, ölüyor öldürüyor. Şehitler ile gaziler çoğaldıkça çoğalıyor; ihtiyatı elden bırakmadan herkes diyemesek bile ezici çoğunluğu Müslüman onca insanın savaş alanlarında oluşturduğu taraflar, kuşkusuz tam bir inançla, aynı terminolojiyi kullanıyorlar. Yine aynı nesnellikte bir saptama olarak eklenebilir, savaşların neredeyse istisnasız bir kuralıdır, kendi kayıplarını minimize, düşmanın kayıplarını maksimize ederek aktarıyorlar. İnsanların zaten pek kısa olan ömürleri dikkate alındığında bu konudaki aritmetiğin önemi küçümsenemeyecek kadar fazla olmakla birlikte, bunu bu defalık bir yana bırakalım. Bırakabiliriz; çünkü, bizim Müslümanların bu şehitlik-gazilik sorunsalındaki çok haklı kafa karışıklığının kuşkusuz ilk değil ama yakın tarihteki en çarpıcı örneklerinden biri, esas olarak “bugünkü” diyebileceğimiz İran ile Saddam Irak’ı arasında yaşanan savaşta ortaya çıkmıştı. Herkes “elhamdüllillah” Müslümandı, ama birbirini öldürdükçe, kimin şehit kimin gazi olduğu, ancak tarafların derin alimlerinin, bir de elbette ilgili egemen sınıflar ile onların politikacılarının yorumlarına bağlı olarak değişiyordu.

Bu dediğimin tarihi, bitiminden alınsa bile, 30 yıl geçmişte kaldı. Ama hem aradan geçen zaman diliminde pek çok başka örneğin ortaya çıktığını yaşadık, hem de süreyi on yıllardan yüz yıllara uzattığımızda sadece Müslümanların değil her dinden insanların benzer örtülü din-iman savaşlarının kahramanı oldukları biliniyor. Örtülü diyorum, çünkü bunların sadece bazıları ilk bakışta apaçık “kutsal” savaşlar olmakla birlikte, aslında tümü de yere, yaşadığımız dünyaya ayaklarını basan, dolayısıyla toplumsal sınıflarla şu ya da bu biçimde bağlantılı kapışmalardır. Burada kahraman denildiğinde, halk arasında akla gelen, şehitlik ve gaziliktir. Bununla birlikte, şehit de gazi de olmamakla birlikte hoş sayılamayacak bir akıbete uğrayan Niyazi’yi diline dolayanın da yine bizim halkımız olduğu unutulmamalıdır. Bunun halkımızın oportünistliğinin değil, kendisiyle dalga geçebilme erdeminin bir işareti olarak yorumlanmasının doğru olacağını sanıyorum. Geçerken belirtmekte bir sakınca olmasa gerektir.

Şu son birkaç paragrafa dönüp baktığımda, başlıktaki arapsaçına, dolayısıyla asıl konumuza biraz daha yakın bir çizgiye dönmenin iyi olacağı kanısına ulaşıyorum.

Bu arapsaçını, gerçek dünyada değilse bile, düşünsel planda çözmek çok da zor değil. Yazının buraya kadarki bölümünde bile doğrudan ve dolaylı ipuçları var. Birkaçını daha ekleyebiliriz.

“Tıbbiye’den her şey çıkar, ara sıra doktor da çıkar.” benzeri bir sözümüz var ya, kimileyin “ara sıra çıkar” biçiminde değil, “doktordan gayri” diye de söylenir, bu sözün ne kadar abartılı da olsa bir gerçekliğe işaret ettiğine inanmama yol açanlardan birinin yardımına başvuracağım. Gerçeklik derken, Tıbbiye Mektebi’nin bizim tarihimize bakıldığında yadsınamayacak ihtilalci çıkarma geleneğini olumladığım anlaşılmalıdır. Yardımına başvuracağım ise İlker Belek. Sözlerimin onun doktorluğu ile ilgili herhangi bir “şek ve şüphe” yaratmayacağından emin olarak, İlker’in 22 Şubat günü burada çıkmış yazısından şu aydınlatıcı satırları aktaracağım:

“ (…) emperyalizm bölgeyi karıştırmaktan hiç geri durmadı. Büyük güçler kaosun Suriye’deki varlıkları için elzem olduğunu iyi biliyorlardı. Kaos emperyalist bir hakimiyet biçimidir.”

Bu satırlara ek olsun: Kaos emperyalizmin herhangi bir değil, çağdaş ya da güncel hakimiyet biçimidir; biçimlerinden biri ve başlıcası, demek daha doğru belki.

Diyebiliriz de, zamanında ve elbet gıyabında çok kavga ettiğimiz Başkan Mao’nun hiç unutulmaması gereken sözleriyle, “Emperyalizm kâğıttan kaplandır.” O kadar kâğıttandır ki, artık en büyük alçaklıklarını kâğıtlara bile dökülmeyerek “sanal” denilen yollarla, bir de, vekilleri ya da taşeronları eliyle yapmaktadır.

Devam edersek, Aydemir Güler’in biraz sonra yeniden değineceğim yazısındaki deyişiyle, “Emperyalist de olsanız hem ülkenizin hem dünyanın kamuoyunu bir biçimde ikna etmeniz, attığınız adımları rasyonalize etmeniz, olası itirazları da marjinal kılmanız gerekir. Savaş silahla başlayıp silahla bitmez. Savaş siyasettir…”

Buradan sürdürelim: Savaş siyasettir, siyaset de savaştır. Başlıca araçlarının değiştiğini söyleyebiliriz; ancak, burada dikkat gerekir, bütün araçlarının değil, sadece başlıca araçlarının, hatta daha doğrusu, bazı araçlarının değiştiğini belirtmekle yetinmemiz gerekir.

Aydemir’in az önce bir iki satırını aktardığım 20 Şubat günlü yazısına dönerek tamamlıyorum: “Türkiye’yi güle oynaya bitirmenin, kesip biçmenin sınırı var. Bu şiddette operasyonların nasıl bir tepkinin önünü açacağını kimse bilemez. Bilseler şimdiye kadar yapacaklarını yaparlardı. Belki tuzağın dibinde Türkiye’de başka bir geleceğin şafağı sökecektir. Belki değil, mutlaka! (…) Türkiye’de halkın bir başka seçeneği vardır ve emperyalizm AKP’nin ipini çekmiyorsa, (…) halkın potansiyelinden tedirgin olduğu için çekmemektedir.”