Önünü Görmek için Arkaya Bakmak

Otobüs durdu. Kapı açıldı. Orta yaşlı bir kadın kuşkulu bakışlarını gökyüzüne doğru kaldırıp, “Şu yağmur da bir türlü dinmek bilmiyor” diye söylenip geri çekildi. Kısa bir bekleyişten sonra beyaz tulumlu çocuklar sırayla şemsiyelerini açıp, otobüsten inerek karşıdaki binaya doğru koşmaya başladılar. Öğretmen olduğu anlaşılan kadın telaşla çocuklara bir kez daha seslendi: “Aman ağaçların altından uzak durun!”

Kimileri çoktan terk etmişti bölgeyi. Geride kalanları yirmi yedi milyon ton radyoaktivite yüklü yıkıntı, beton, cürufla baş başa bırakarak... Kalanlar kalmıştı işte. Azı, atalarından kalan toprakları terk etmek istemediği için, çoğu da fakirlikten, gidecek yerleri olmadığından...

Beyaz tulumlar, maskeler, kontaminasyon... Okullar, cadde ve sokaklar, bahçeler, tarlalar, denizdeki balıklar... Neresini kontamine edeceksin? “Süper Gau’dan bu yana radyoaktivite oldukça düşmüş bulunuyor!” İnsan yaşamını hiçe sayan, böylesi yalanlarla dolu resmi açıklamalara karşın nükleer bulut hala tepede duruyor. Her şey ışıyor. Kalanlar her geçen gün içlerine işlediğini bildikleri ölümle burun burunalar. Aldıkları her nefeste, yağan her damla yağmurda, rüzgarın ağaçlardan savurduğu tozlarda saklı ölüm karşısında çaresiz ve yalnız. „Tsunami sırasında ölenler kurtuldu! Biz yasamak zorundayız!“

Gidenler ne olmuştu ki? Onlar da gittikleri yerde yalnızdılar. Önce fısıltı halindeki söylem artık çığlığa dönüşmüştü: “Aman onlardan uzak durun, Hokoşima’dan geliyorlar!”

Yaşam devam ediyor, edecek. Çocuklar beyaz tulumlarının içinde, boyunlarına asılmış detekrörlerle sınıflara doluyor. Derslerine çalışıyorlar. Ve müzik ve dans, „Ohuu teke vaaa…“

Hokoşima’da yaşamla ilgili belgesel sona eriyor. Tüylerim diken diken televizyonun önünden kalkıyorum. Bir zaman gelecek, bu çocuklar ölecekler. Belki dayanılmaz acılar çekerek... Haber ajansları susacak. Politikacılar susacak. Bilenler bilmezden gelecek, ölenler ve ölüm nedenleri sessizliğin ve unutkanlığın karanlığına gömülecekler. İnsanlar hep unutuyorlar. Yine unutacaklar.

* * *

Unutmak deyince...

Çok değil, bundan sadece 100 yıl önceydi (insanlık tarihine göre kısacık bir zaman aralığı). Almanya’da “Büyük Kent İşçisinin Doğa İçindeki Pazar Günleri” adında bir kitap yayınlandı. Yazar, “büyük kentlerin varoşlarında, güneş girmeyen izbelerde yaşayan işçileri, Pazar günleri meyhanelere doluşmak yerine, kentlerin boğucu havasından ve fabrika dumanlarından uzaklaşmaya, doğaya çıkmaya, ormanlarda yürüyüş yapmaya” çağırıyordu. Böylece hiç olmazsa haftada bir gün temiz havaya çıkacaklar, sağlıklarını korumak için küçük de olsa bir önlem almış olacaklardı. Kitabın yazarı aynı zamanda dünya ve evrendeki tüm varlıkların birbiriyle ilişki içinde, son derecede dengeli bir bütün oluşturduklarına dikkati çekiyor, doğanın plansız bir şekilde, salt kâr hırsıyla yağmalanmasına, sözümona “rasyonel” tarım ve ormancılık yöntemleriyle ormanların yok edilmesine, binlerce hektara ulaşan araziler boyunca tek tip bitki örtüsü yaratılmasına karşı çıkıyordu.

Bu yıllarda kurulan “Doğa Dostları Dernekleri”, işçileri bu amaçla örgütlemeye başlamıştı. Hafta sonlarında işçileri ülkenin birçok yerinde açılmaya başlayan “Doğa Dostları Evleri”nde topluyor, ormanlarda, dağlarda yürüyüşler yapmalarını sağlıyor, aynı zamanda onlara seminerler veriyorlardı.

Hayret! O yıllarda Yeşiller yoktu politik arenada! Kimdi bu çalışmaları yapanlar dersiniz? İşçilere bir yandan doğayla ilgili dersler veren, diğer yanda sınıf bilinci aşılamaya çalışan, onlara kapitalist sömürü sisteminde hem insanın, hem de doğanın nasıl sömürüldüğünü ve hunharca yağmalandığını anlatanlar kimlerdi acaba?

Yukarıda adı geçen kitabın yazarı Kurt Grottewitz (1), 1902’de de “19. Yüzyılın Doğa Tarihi” adında bir kitap yayınlamıştı. Bu kitapta, daha 1700’lü yıllardan başlayarak söz konusu edilen, doğa bilimlerinde ve felsefe alanında tartışma konusu olan, “doğanın bütünlüğü ve dengesi”ni savunan, “tek başına ve sadece insanı merkez alan doğa” anlayışına karşı çıkan savlara dayanıyor, onlara ek olarak, insanoğlu tarafından bu dengenin bozulmasının ardında kapitalist sömürü sisteminin yattığına dikkati çekiyordu. Kimdi bu Kurt Grottewitz? Kimdi 20. Yüzyılın başındaki bu “yeşil”?

19 yy’ın sonlarında kurulan ve genel anlamıyla Sol eğilimli olan “Turist Dernekleri”nden 1908 yılında bir grup ayrılarak “Doğa Dostları Örgütü”nü kurmuş, kimi toplumsal sınıf ve tabakaları olduğu gibi, doğayı da sömüren düzene karşı, en başta işçileri örgütlemeye ve bu sömürü ve yıkıma karşı mücadeleye çağırmaya başlamışlardı.

Tekrar soruyorum, kimdi bu “Doğa Dostları Dernekleri”nin kurucuları? Kimdi 1800’lerin sonu ve 1900’ün başlarındaki bu “yeşiller”?

1920’lerde binlerce işçinin toplandığı bu Doğa Dostları Evleri’ne girenler şu levhayla karşılaşıyorlardı: “Derneğinin sığınma yeri olan bu ev senin mülkündür! (...) Fakat o aynı zamanda, aynı hedef ve ülkülerin seni buluşturduğu arkadaşlarının da mülküdür. Toplumsal ortaklık kavramına ve onu muhafaza etmenin yüce içeriğine değer vermeyi öğren. Böylece içindeki burjuvayı aşacak ve önemli ölçüde sosyalist insan olmaya yaklaşacaksın.”

Evet, siz de yaklaştınız sorumun yanıtına... (Yukarıdaki son satırları yazmamış olsaydım, yazımı okuyan kaç kişinin bu sorunun yanıtını tahmin edebileceğini gerçekten merak ediyorum.) Artık uzatmayayım: Günümüzden yüz yıl önce doğanın dengesini, bitki örtüsünü ve hayvan cinslerini korumaya, bunları kapitalizmin yağmasından kurtarmaya ayrıca işçilere doğa sevgisi aşılamaya, onları doğada yürüyüşler yapmaya, böylece hafta sonlarını hem sağlıklı bir etkinlikle geçirmelerini, hem de sınıfsal bilinçlerini geliştirmek amacıyla eğitim almalarını sağlamak için çaba harcayanların rengi yeşil değil, kızıldı!

O dönemlerin Marksistlerinin kültür politikasından bahsediyorum. Sonraki yıllarda ne yazık ki, Marksistler, Komünistler (genel olarak Solcular) bu görüşleri kaldırıp attılar ve unutulmaya terk ettiler? Sosyal Demokrasi, yüzyıl başında Marksistlerin (o dönemde Almanya Sosyal Demokrat Partisi) başını çektiği mücadele sonucu işçi sınıfının elde ettiği çoğu kazanımları ya tümden inkar etti ya da unutulmaya terk etti. Sovyetler Birliği başta olmak üzere, Sosyalist ülkelerin doğanın korunmasını arka plana atarak hızla endüstrileşme yarışına girmek zorunda kalması, kapitalist ülkelerdeki onlardan yana komünistlerin de elini ve dilini bağladı.

Böylece, Marksistlerin doğayla ilgili görüşleri, doğayı koruma amacıyla yaptıkları çalışmalar unutuldu gitti. Kimi dönemlerde politik etkinliğini yitiren ve belki haklı, belki de haksız nedenlerle bir kenara itilen Marksistlerin bu konuda söyledikleri ve yaptıkları güzel işler de adlarıyla birlikte geçmişin karanlıklarına gömüldü.

Yıllar sonra, Marksistlerin doğa dostluğuna dayalı kültür politikasına sahip çıkanlar, kızıl rengin üstüne kalın bir yeşil boya çektiler. Doğanın böylesine yağmalanmasının asıl nedenlerinin kapitalist sömürü düzeninde yattığı gerçeği de bu yeşil boyanın altında kalarak örtüldü ve unutuldu. 70’lerin ortalarından itibaren hızla yükselen bu hareket, insanoğlunun doğayı yok edişinin temelinde kapitalist sistemin, gözü dönmüş kâr hırsının yattığını görmezden gelmekte ayak diredi, hala bu konumunda ısrar ediyor.

İyi de, buna karşı Komünistler ne yaptı? Bir yanda yükselen “çevreci” hareketi küçümserken ve hatta kimi zaman şiddetle eleştirirken kendileri Marksist çizgide bir politika üretmeyi başarabildiler mi? 20. YY’ın ortalarında yeni baştan gündeme geldiği sıralarda, Komünistler bu konuya ilgisiz kaldılar. Aksine, Yeşiller’in kimi haklı istemlerine de destek vermediler. Çernobil’deki facia dünyayı sarsarken de ağızlarını sıkıca kapayıp susmak zorunda kaldılar. Çünkü ne yazık ki, tarihimizin ilk sosyalist sisteminde işlenen doğa suçları önlerinde büyük bir engel oluşturuyordu.

Dünya Komünist hareketinin önemli bölümünün izlediği bu çizgi, Türkiye’de de farklı olmadı. Çernobil kazasından Türkiye’nin - özellikle Karadeniz kıyılarının - görebileceği zararın tartışıldığı günlerde, elinde çay bardağıyla televizyonlarda boy gösteren bir halk düşmanı başbakanın, “Ne varmış paniğe kapılacak? Bakın ben de içiyorum.” gibi aptal kandıran yalanları karşısında Türkiye Sol’unun ne söyleyeceği bir şey vardı, ne de bir şey söyleyecek hali...

Ve işte bugünlere geldik...

Fukuşima felaketi sonucu oluşan tepkiler dünyanın birçok ülkesinde sert tartışmalara ve nükleer enerjiyi sınırlayıcı kararlara neden oldu. Nükleer enerji alanında dünya çapındaki yatırımları kontrol altında tutan uluslarüstü sermaye, gelişmiş kapitalist ülkelerde başlayan bu sınırlamalar nedeniyle artık yeni pazarlar aramak zorunda. Bu dev kâr alanı Almanya’da ve giderek Avrupa’da sonlanacaksa, daha nice ülke var yeryüzünde. Ölmekle kolay tükenmeyecek kadar da çok insan!

Nitekim bunlar için Türkiye de bugünkü haliyle en kolay lokmalardan biri görünümünde. İktidar, sözümona enerji konusunda her türlü bağımsızlıktan kurtulmak için nükleer enerji santralleri kurmaya soyunuyor. Böylece ülkeyi en derin bağımlılık alanlarından birine kaydırıyor. Kâr hırsıyla gözü dönmüş hangi yerli sermaye çevreleri uluslararası nükleer enerji sektörüyle ortaklaşmaya can atıyor? Bunların ülkede elde edeceği kârdan pay almak için kimlerin ağzı sulanıyor? Bu pazarlıklara kimler aracılık ediyor, kimler hangi komisyonların peşinde? Bu alandaki tehlikelere işaret edenlerde de tehditkâr pozları, azarlayıcı ve meydan okuyucu konuşma tarzını pek seven T.C. Başbakanı göğsünü gere gere, “Patlama tehlikesi var diye gazlı otomobile binmeyecek miyiz yani?” diye ahkam kesiyor. Anlaşılan, halkın yarı cahil olduğunu ve ancak bu dilden anlayacağını düşünerek böylesi argümanlar üretiyor. Ne yazık... Kasımpaşalı külhanbeyi ağzıyla milyonlarca insana ahmak muamelesi yapan başbakanın bu sözleri karşısında ülkedeki tüm Sol hep bir ağızdan haykırabilmeliydi.

Sıklıkla kimlerin lobi çıkarlarına hizmet ettiği belli olan haberler yayınlanıyor. Doğal gaz rezervleri azalıyormuş... Bilmem hangi hatta arıza olmuşmuş... Evlerde elektrik kesintisi olmayacakmış ama endüstride olabilirmiş... Böylece bir yandan sinsice beyinleri ütülerken, arada bir panik yaratacak şok haberlerle kamuoyunu hazırlamak bilinmeyen bir yöntem değil. Sonuçta halk da inanacak: “Sonul çözüm sadece nükleer enerji santrallerindedir!”

AKP hükümetinin, iktidara geldiği günden bu yana adım adım SİT alanlarını, ormanları özelleştirerek, karasularının, göllerin ve sahillerin yağmalanmasına olanak sağlayarak ülkenin doğasına yapılabilecek hiçbir kötülükten geri durmadığını gördük. Yeraltında ve yerüstünde kâr getirecek ne varsa sermayenin talanına açıldı. Açılan her sayfanın altına da “ekonomik kalkınmaya katkı” damgası vuruldu. Bu süreç tüm hızıyla devam ediyor.

Ortadaki pasta öylesine büyük ve iştah açıcı ki, bunların Çernobil ya da Fukuşima gibi felaketlerden ders çıkarmasını beklemek hayalcilik olur. İngiltere, Kanada, Fransa, ABD, Almanya, Japonya ve İspanya'da üniversitelerde, bağımsız ve tarafsız bilimsel araştırma enstitülerinde yapılan düzinelerce inceleme, nükleer santrallerin çevresinde Lösemi (kan kanseri) olaylarının hızla arttığını gösteriyormuş. Keyfe keder! Ya bugüne dek kaç kez felakete neden olan kazalar? (Sabrı olanlar aşağıdaki birkaç anımsatmaya da göz atabilirler.(2)

Geçmişten de dersler çıkararak çevre değerlerini ticari bir meta olmaktan kurtarmayı, kıyıları, ormanları, doğal zenginlikleri korumayı Sosyalizm programlarına almış bulunan Komünistler, şimdiden bu konuda daha da güçlü bir şekilde seslerini yükseltmeli ve yaklaşan tehlikeye karşı mücadelenin başını çekmelidir. Sınıf ve tabaka farkı gözetmeksizin tüm insanların yaşamını, ülkenin doğasını ve tüm canlı varlıkları doğrudan tehdit eden bu tehlikeye karşı mücadele aslında en başta Komünistlerin işi olmalıdır. Çünkü bu kötülüklerin asıl nereden kaynaklandığını bilenler onlardır. Bu mücadelede geçici iyileştirmelerle yetinmeyip, yaşamı en temelden kurtaracak çözüme, sosyalizme doğru yürüyecek olanlar da onlardır.
Fakat sadece Komünistler mi? Haince ve göz göre göre hazırlanan bu nükleer enerji tuzağına karşı çıkmak, insan ve doğa sevgisini içinde taşıyan tüm yurttaşlar için, en temel bir insanlık görevidir. Bunu onlara anlatmak da yine Komünistlere düşer.

Gözünü kâr hırsı bürümüş uluslarüstü ve ulusal sermayeyi durdurabilecek tek güç, bilinçlenerek, başucuna getirilen ölüm santrallerine topluca karşı durmayı başaracak ülke halkı olabilir.


1 ) Kurt Grottewitz: 1864’de Almanya’da, Leipzig yakınlarındaki Grottewitz kasabasında doğan Max Curt Pfütze, Leipzig Üniversitesinde edebiyat, Germanistik ve felsefe öğrenimi görürken Almanya Sosyal Demokrat Partisi’ne üye oldu (lütfen bugünkü sosyal demokratlarla karıştırmayalım). 1890 yılında doktorasını tamamladıktan sonra Berlin’e taşındı. Orada, bir yandan 1832’den beri yayınlanmakta olan “Edebiyat İçin Dergi” (Magazin für Literatur) yazı kurulunda çalışırken, diğer yandan da Marksist işçi hareketinde aktif oldu.

2) 1957 yılında Sovyetler Birliği’nde Mayak Plutonyum Fabrikası’ndaki kaza? Yeraltında sıvı radyoaktif çöplerin saklandığı bir beton tankın infilak etmesi sonucunda 1000 kişinin öldüğü ilk kez 19 yıl sonra duyulmuş ve ancak 1990 yılında resmen kabul edilmişti. Onu ve Çernobil faciası ile ilgili haberleri Batı haber ajanslarının timsah gözyaşlarıyla bol bol dağıttığı ve her fırsatta yeni baştan gündeme getirdiği haberlerden öğrendik. Ama 1957 yılında İngiltere’deki Windscale reaktöründe çıkan yangın sırasında meydana gelen nükleer bulutun önce yüzlerce kilometre karelik bir bölgeyi ışınladığını, sonra da bütün Avrupa’ya yayıldığını neredeyse hiç kimse ya duymamıştır ya da anımsamıyor. (Burada otuz dokuz kişinin öldüğünü bildiren resmi verilere inanıp inanmak herkesin kendisine kalmış.) 1977’de Almanya’nın Bavyera bölgesindeki Gundremmingen Atom reaktörünün yüksek gerilim hatlarındaki bir kısa devre sonucu tümüyle hasara uğradığını ve bütün yapının radyoaktif olarak kirlendiğini kim biliyor? 1979’da ABD’nin Pensilvanya eyaletinde, Harrisburg yakınlarındaki Three Miles Island nükleer santralındaki kaçaktan yükselen radyoaktivite yüzünden iki yüz bin (200.000) insanın evlerini terk etmek zorunda kaldığını bugün kaç kişi biliyor acaba? (Amacım nükleer kazaların tarihsel dökümünü yapmak değil - burada kesiyorum.)