Açlık sınırı, hayatta kalma sınırı, yoksulluk ve yoksunluk sınırı. Nerede başlıyor ve nerede bitiyor?

Zeytinyağlı Yiyemem Aman

Ekonomik kriz ve derin yoksulluğa yönelik Gökhan Kazbek söylüyordu. Bazı mahalle bakkalları bir litre zeytinyağını açıp vatandaşa birer bardak kadarlık miktarlarda satıyormuş şimdilerde.

Bende şimşekler çaktı.

Küçükken dayımın, babamın kitaplarını okumak gibi bir huyum vardı. Kitapları karıştırır, evirir çevirir ve adeta yutarcasına okumaya başlardım. Çocuk kitabıymış değilmiş, kimse de karışmazdı. Ne güzel… İşte o günlerde okuduğum bir öyküyü ve kitabın kapağını hatırlıyorum, arkada derme çatma çizilmiş yorgun evler ve ön tarafta insanlar…

“Gecekondu” muydu acaba adı?

Kapağı göstermeden betimlemenin güçlüğünü yaşıyorum şu an. İlk kez deneyimlediğim bir şey bu. Demek resim anlatılamıyor tıpkı müzik gibi.(Bazı şeyleri idrak geç olur, yeter ki güç olmasın) Elim kolum bağlandı sanki. Anımsayamıyorum.

Yoldaki işaretleri izle, sözü yine yolumu aydınlattı. Aslında unuttuğumuzu sandığımız ne çok anı parçası bir sözle, bir anla, bir kokuyla önce belli belirsiz, sonra daha net çizgilerle görünür oluyor ve belleğimiz bizi geçmişe, o âna, çocukluğa ışınlayıveriyor.

“Gecekondu” muydu ki derken yoksa Muzaffer İzgü müydü acaba, diye sorarken biraz detaylara doğru yol aldım. Bir de ne güzel ki masa başında gugıllayıveriyoruz.

Ay ay ay… Biraz eşinince buldum işte muhtemelen 80’lerin başında okuduğum o kitabın o baskısının kapağını…

Yumurtaya can veren Rabbim!

İşte bu. Neler mi hatırlıyorum. Açlığı, açlık ve geleceksiz sarmalında yine de gülümseten detayları, garip ve kapkara bir mizahı, içim ezilirken, öfkelenirken kahkaha atıvermeyi. Daha çok bir duygu hatırladığım, bir de yarım çay bardağı yağ… Bakkaldan veresiye alınan… Zeytinyağı mı yoksa çiçek yağı mı bilmiyorum ama bu yoksul aile için ne kadar değerli olduğu apaçık hatırımda. O yarım bardak yağla mis gibi bir bulgur pilavı hayalleri…

Plan değil pilav yapacaklardır yapmasına da bardak düşüverir yere, kırılır bardak; tuzla buz olur ve kuma bulanmış zeminde minik bir gölcük oluşturur. Hemen bir kaşıkla o çok değerli yağ, cam kırıklarına ve kayıra rağmen ne kurtarılırsa kârdır hesabı bir çanağa aktarılır. Sonra o bulgur pilavı yine yapılır içindeki kayıra, taşa, cama rağmen. Söylene söylene ama afiyetle yenir.

Derin yoksulluk.

Açlık sınırı, hayatta kalma sınırı, yoksulluk ve yoksunluk sınırı. Nerede başlıyor ve nerede bitiyor?

Ve en önemli soru ise neden?

Her on kişiden biri aç imiş şu küresel köyümüzde. Yetersiz beslenme değil sözü edilen düpedüz açlık.

Bu aralar “derin yoksulluk” üzerine çalışma yapan, söz söyleyen, yoksulluğu görünür kılmak için eylem ve aktivizm içinde olan pek çok değerli kişi ve grup var. Programlarını, tweetlerini her gördüğümde bende önce minik bir sevinç ama yanı sıra derin bir mutsuzluk ve çaresizlik uyanıyor. Bir de biricik bir insan teki olarak yapabileceklerimin sınırlılığı çerçevesinde duyduğum ezginlik ve yetersizlik, geleceğe yönelik umudumu çekip alıvereyazıyor. Bu platformlarda önerilen daha çok dayanışma, yardımlaşma, farkındalık ve duyarlılık.

Çok değerli evet, ama yeterli mi?

Bu boran günlerinde dayanışma ne kadar önemli, evet bunun farkındayım ancak yoksulluğu bir olgu olarak kabul edip öneriler silsilesi yoluyla korkunç bir ekonomik şiddet altında ezilen bu kesimleri keşfederek tek tek yardım eli uzatma yoluyla yoksullukla mücadele çağrısını eksikli buluyorum. Faili olmayan bir cinayet soruşturmasına benziyor.

Yoksulluk kader değildir oysa ama yoksulluk ebeveynlerden çocuklara miras bırakılır. Kuşaktan kuşağa aktarılır genellikle. Bir boyun eğiş olarak yoksulluğu, yoksullukla mücadele davetine döndürmeyip yardımlaşma, yoksulları fark etme ve gözetme çağrısıyla sınırlayan bir yoksullukla mücadele vurgusu her birimizi daha güçsüz, eli kolu bağlı ve kaderine râzı kılıyor bana kalırsa.

Hep anımsatılır ya bu tür durumlarda denizyıldızları öykücüğü… Ama ben bu hikâyedeki denizyıldızlarının büyük emeklerle bir bir kurtarılmasına/kurtulmasına tek başına razı değilim çünkü gözüm hep o seçilemeyenlerde, fark edilmeyen, yakıcı güneşin altında kavrulan deniz yıldızlarında…

Zeytinyağı meselesine dönersek sevgili Muzaffer İzgü çocukluğumda çakmış kafama, kaç yıl sonra nasıl da selamlıyor bizi yazdıklarında.

Son olarak zeytin cenneti, ayçiçeği yuvası olan bu güzelim vatanda yiğidin düşürüldüğü hâle bakın demek istiyorum.

Ne denmişti, “yiğit muhtaç olmuş kuru soğana” bir de “Zeytinyağlı Yiyemem Aman” türküsü var öyküsüyle…

Bakalım en çok hangisin duyacağız önümüzdeki günlerde…