Akepe düzeni bir yanında İsrail, bir yanında İran’ın bulunduğu bu ince ip üzerinde cambazlığa devam etmek zorundadır. Gelin görün ki, cambazlık bir tek burada gerekmiyor.

Türk dış politikasının kepek sorunu

Türkiye’nin dış politikadaki sorunları saymakla bitmiyor. Üstelik bu sırf Akepe’yle, Erdoğan iktidarının attığı adımların olumsuz sonuçlarına bağlanacak bir durum değil. Devam edegelen birçok sorunun hem Akepe öncesine uzanan kökleri hem de Türkiye’deki iktidar iradesinden bağımsız dinamikleri var. 

2023 yılı, içinde bulunduğumuz bölge bakımından tam bir kaos manzarası içinde sona erdi. 2024 yılının ilk günleri kaosun şiddetlenerek devam ettiğini gösteriyor. İsrail’in Gazze saldırısı genişleme eğiliminde. Bunun temel sebebi İsrail’e ABD ve Batı ülkeleri tarafından açılan sonsuz cinayet kredisi. Örnek vermek gerekirse, Gazze halkına yönelik saldırının başlangıcından beri İsrail’in soykırım girişiminin arkasında durmakta direnen, bu uğurda örneğin ABD’nin dahi zaman zaman yapmak zorunda kaldığı uyarıların bile gerisinde kalan bir tutum sergileyen Almanya ve Hollanda’nın son yaptığı açıklamaları ele alabiliriz. 

İsrail kabinesinin içinde -sanki o kabinede iyi polis varmış gibi- kötü polis işlevini yüklenen kimi bakanların belirli aralıklarla yineledikleri Gazze’yi Filistinliler’den arındırma niyetlerine dair son açıklamalarına bu iki ülkenin dışişleri bakanlıkları tepki vermişler. Hollanda Dışişleri Bakanlığı özetle şunu söylüyor: “Bunlar çok sorumsuz ifadeler”. Sertliğe bakar mısınız? Sanki İsrailli Bakanlar alkollü araç kullanıp ağaca çarpmışlar... Daha iyisi Alman Dışişleri Sözcüsü’nün tepkisi. Sözcü Fischer aynen şöyle diyor: “Bu ifadeler ne yararlı ne yardımcı...”

İnsan gözlerine inanamıyor bu kadar radikal açıklamaları okuyunca! 

Şaka bir yana, iki Bakanın, Ben Gvir ve Smotrich’in insanlık düşmanı sözleri yeni değil. Bunun ötesinde, Gazze’yi ve mümkünse bütün Filistin’i yasal ve meşru sakinlerinden arındırma fikri Netanyahu’nun ve İsrail müesses nizamının hemfikir olduğu bir konu. Belki de Almanya ve Hollanda şunu söylemek istiyorlar: “Yapmayın demiyoruz, yine yapın ama yapacağınızı alenen söylemeyin!”

Böyle bir ortamda İsrail rejiminin durmasına yol açabilecek tek şey Filistin halkının ve Filistin içindeki ve dışındaki direniş örgütlerinin savaşa devam kararının giderek daha pahalıya mal olacağını İsrail’e ve destekçisi dünya düzenine her vesileyle anımsatmalarıdır. Yemen’deki Husilerin dünya deniz ticareti trafiğinin yüzde 15’ini etkileyen eylemleri bu yüzden değerli ve anlamlıdır.

Başbakan Netanyahu çatışma sona erdiği anda iktidarda kalamayacağını, iktidardan gitmenin insanlığa karşı suçlardan olmasa da 7 Ekim’e dair ihmalleri ve yıllardır devam eden yolsuzlukları nedeniyle yargılanma yolunu açacağını bildiği için  savaşı genişletmenin yollarını arıyor. İlk hedef hiç kuşkusuz Lübnan. İsrail Hizbullah’ın damarına basarak çatışmaya çekmek için bazıları suikast niteliğindeki askeri saldırılarını sıklaştırmış durumda. 

Netanyahu’nun bir dileği de İran’ı bu çatışmanın doğrudan tarafı haline getirmek. İran’ın bu tuzağa çekilebileceğini sanmıyorum. Zira Tahran’ın İsrail’le çatışmaya ne niyeti ne takati var. Vekalet savaşının ötesine geçebileceği görüşünde değilim. Biraz açarsak bölgedeki İran müttefiki grupların İsrail’e ve ABD gibi bağlaşıklarına karşı yürüttükleri taciz nitelikli saldırılar İran bakımından yeterli görülüyor. Bu arada ABD’nin de çatışmanın genişlemesini “zarar denetimi” bakımından takdire şayan bulmadığı söylenebilir.
 
Bu ortam elbette Erdoğan bakımından sıkıntılı. İran Türk dış politikasında değişmeyen bir realitedir. İsrail de öyle. İran Cumhurbaşkanı Reisi’nin Türkiye ziyareti’nin ikinci kez iptal edilmesi bu ülkeye yönelik terör saldırısı nedeniyle olağan karşılanabilir. Yine de iki ülke arasındaki ilişkilerin belirli bir seviyede tutulması kaygısı salt Erdoğan için değil, mensubu bulunduğu iktidar ittifakı bakımından da önceliklidir. 

Geçen hafta Mossad’a karşı yapılan bir operasyonu öğrendik. Benim en çok dikkatimi çeken bu suçlamayla gözaltına alınan ve tutuklananların büyük çoğunluğunun göçmen kökenli “yabancılar” olmalarıydı. O noktada acaba İsrail’in bu tarz bir “istihdam” politikasıyla Türkiye’de yükselen Türkçülük hareketine yakıt sağlamayı hedefleyip hedeflemediği sorusu da akla gelebilir. Yine geçen hafta öğrendiğimiz bir diğer gerçek ise Türkiye’nin İsrail’e ihracatının Aralık ayında kaydettiği sıçramaydı. İsrail gibi görece küçük bir ekonomiye yaptığınız aylık ihracatın neredeyse yarım milyar dolara yaklaşması, üstelik bunun Filistin halkına karşı işlenen insanlık suçlarının zirveye çıktığı bir dönemde gerçekleşmesi gözden kaçabilecek bir olgu sayılamaz. Bu manzarada Mossad’a karşı yapılan “operasyon”un Türkiye ile İsrail burjuvazisi arasındaki bağı zayıflatacağını, İsrail’in “madem sen benim casuslarımı yakaladın, ben de -örnek olsun- Zorlu Holding’in İsrail’deki ticari faaliyetini durduruyorum” diyeceğini hiç sanmıyorum.

Akepe düzeni bir yanında İsrail, bir yanında İran’ın bulunduğu bu ince ip üzerinde cambazlığa devam etmek zorundadır. Gelin görün ki, cambazlık bir tek burada gerekmiyor! 

ABD Dışişleri Bakanı Blinken’in Orta-Doğu ziyareti Türkiye’den başladı bu kez. Basında görmüşsünüzdür, ziyaret menüsünde yok yok. Birçok uzman kalemin dikkat çektiği gibi, ilişkilerin ikili ve çok taraflı boyutları örtüşen kümelere dönüşmüş durumda. NATO genişlemesi ile F-16 alımı bağlantısı buna güzel bir örnek. Bu köşede kaç kez yazdığımı inanın saymadım ama o “rektifiye” F-16’lar Türkiye’ye satılacak önünde sonunda. Türkiye’nin emekçileri Akepe’nin bezirgân pazarlığı stratejisi yüzünden şişen o faturayı ödeyecek ne yazık ki. Gerekliydi, değildi apayrı bir konu.

Blinken’ın Türkiye ziyareti bir başka gündemle de örtüştü. Sol Haber’de Can Kuyumcuoğlu o meseleyi güzelce izah etmiş. İsterseniz yazıya bir ara verip önce o yorumu bir okuyun şuradan.

Okuduysanız devam ediyorum. Artık adet haline geldi. Birileri durup durup Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ni kaşıyor. Bu kez lağım Londra’dan patladı. İngiliz sermayesinin paçoz yayın organlarında İngiltere’nin Ukrayna’ya “bağışladığı” mayın tarama gemilerinin Türkiye tarafından Boğazlara sokulmadığı şeklinde haberler yapıldı. Onun yetmeyeceğini düşünen bir emekli NATO Amirali de taşan pisliği yayma peşinde. Özetlersek ABD’li Amiral Stavridis’e göre biz Montrö’yü yanlış biliyor, yanlış uyguluyormuşuz. 

Stavridis’in kim olduğu, Türkiye’ye ve Montrö’ye dair bilgisinin ne seviyede olduğu sorularının yanıtı yukarıda linkini verdiğim yazıda var, o yüzden yinelemeyeceğim. Yalnız, ilk açıklamasından sonra kendisine yapılan izahat ve verilen tepkilerden hiç etkilenmediği açık. Önce mayın tarama gemilerinin savaş gemisi sayılamayacağı herzesini yumurtlayan ama bunu pek de kimseye yutturamayan Stavridis, Pazar günü de kendi emperyalist mezhebinden bir başka denizcilik “uzmanı”nı referans göstererek, Montrö kısıtlamalarının sadece savaşan taraflar yani Rusya ve Ukrayna için geçerli olduğunu İngiltere’ye ait gemilerin bu kapsamda değerlendirilemeyeceği palavrasını pazarlamaya girişti. 

Oysa Montrö’nün ruhu esas itibariyle Karadeniz’e kıyıdaş devletler ile diğer ülkelere aynı muamelenin yapılmayacağı ilkesine dayanır. Buna cehalet deyip geçemeyiz. Stavridis her iki iddiasının düpedüz yalan olduğunu bal gibi biliyor. Burada bilgisizlik değil, ciddi bir küstahlık ve Türkiye’yi “hurma cumhuriyeti” yerine koyma niyeti var. Stavridis utanmasa, “parası neyse verelim de geçirelim kardeşim o gemileri” diyecek! Merkez Bankası veya Ekonomi Bakanlığı’na yönelirse başarı şansı da olabilir ama Türkiye hâlâ bunlardan ibaret değil neyse ki. 

Daha bir ay kadar önce Türkiye’nin Deniz Kuvvetleri Komutanı Montrö’ye çok ciddi bir vurgu yaparak “Karadeniz’de NATO istemiyoruz” derken sanırım ve umarım bu tarz oryantalist küstahlıklara yanıt vermek istemişti. Ne gariptir ki, o açıklamaya  tek eleştiri de Montrö’nün altında imzası bulunan dönemin iktidar partisinin şimdiki devamına mensup bir milletvekilinden yani CHP’den gelmişti. CHP’nin dış politika kadroları şayet Stavridis’in Montrö hezeyanlarını okudularsa -ki aksini düşünemiyorum- belki geçen ayki çıkışlarının anlamsızlığının farkına varmışlardır.

Yıla zorlu bir başlangıç yapan Türk Dış Politikasını yapan ve uygulayanların sorunu çok. Her yeni aşamada “şimdi ne yapacağız?” sorusuyla kaşıdıkları kafadaki kepek sorunu ise bunların en önemsizi.