"Diplomatik dokunulmazlık”, Somali Cumhurbaşkanının oğlunun ülke dışına çıkmasına izin verilmesine gerekçe olarak gösterilemez. Bu durumun ancak iki izahı olabilir.

Ortaya karışık yazı

Yunus Emre Göçer anısına

Bu haftanın diplomatik gündeminde üç başlık vardı. Birincisi Akepe Genel Başkanı’nın sütlü nuriye kıvamında geçen Yunanistan ziyareti. İkincisi, ikinci ayını tamamlayan İsrail’in Filistin halkına yönelik saldırısı, üçüncüsü ise bir trafik cinayeti. Bu yüzden her zaman kullanmadığım bir yönteme başvurup bunlara kısa kısa değineceğim.

***

Yunanistan ziyaretine ilişkin görüş ve tespitlerimi önceki gün yazdığım için bu kez çok ayrıntısına girmeyeceğim. Özetlemek gerekirse Akepe lideri Kıbrıs Rumlarının sevdiği deyişle şarabına su kattı ve ortaya “sahalarımızda görmek istediğimiz” manzaralar içeren bir ziyaret çıktı. 

İşin mizahî tarafını bir yana bırakalım. Erdoğan’ın diplomasisinde yeri geldiğinde gülünecek, eleştirilecek, kusur bulunacak hatta yerin dibine sokulacak çok unsur var ama gemi yürüyor. Gemi ne? Akepe ve sermaye iktidarı. Türkiye’nin geleneksel dış politika muhatapları arasında Erdoğan yönetiminden memnun olmayan ülke yok neredeyse. Belki bir tek toprakları üzerindeki işgal devam eden Suriye’yi istisna tutabiliriz. Onun dışında ABD, AB, NATO, Rusya, Körfez ülkeleri, Mısır ve son olarak da Yunanistan hayatından gayet memnun. İktidara geldiğinde her konuda olduğu gibi dış politikada da ezber bozma iddiasındaki Akepe bunu büyük ölçüde başardı ve Türkiye’nin ulusal çıkarı bulunduğu varsayılan birçok konuyu pazarlık masasına yatırıp “geri adımlar” attı. “Geri adım” kavramı neden tırnak içinde? Çünkü ulusal çıkar nedir, kimin çıkarından söz ediyoruz gibi sorulara net yanıtlar getirmeden bu konuda ahkam kesmek anlamsızdır. Ekranlarda atıp tutan birçok “uzmanın” iddiasının aksine ulusal çıkar ya da Türkiye’nin çıkarı kavramları bulanıktır. Türkiye’de yaşayan aileleriyle birlikte kabaca 75-80 milyon kişinin çıkarı ile çok daha küçük bir azınlık teşkil eden sermaye ve onun iktidarının çıkarlarının tam olarak örtüştüğünü iddia etmek hiç de diplomatik olmayan bir ifadeyle saçmalıktır, bilim dışıdır. Türkiye’de pek çok dış politika yorumcusunun saplandığı “ekonomi politikten arındırılmış” jeopolitik analiz yapma sevdası da bu saçmalıktan beslenmektedir.

Koç veya Cengiz ailesinin çıkarları ile emekli tekstil işçisi Şevki Bey veya Biga’nın bir köyünde 20 inek besleyerek geçinmeye sağlayan Ahmet Bey’in çıkarlarının aynı olduğunu söyleyeni mecazen bile olsa sopalamak gerekir. Türkiye batarsa birinci gruba hiçbir şey olmaz, yatırımlarını ve servetlerini serpiştirdikleri başka yerlerde sömürüye devam ederler. İkinci grubun ise gidecek bir yeri yoktur. İşte bu yüzden Türkiye bu insanların ülkesi, Türkiye’nin çıkarları da bu insanların çıkarıdır. 

Uzatmayalım. Erdoğan’ın Yunanistan ziyaretinde sergilediği tutum sermayenin çıkarlarına uygundur. Dikkat ederseniz Akepe genel başkanının enerji ve benzeri konularda ortaya attığı işbirliği önerileri doğrudan sermayenin talepleriyle örtüşmektedir. Tam da bu sebeple Erdoğan’ın ziyarette verdiği söylenen Türk-Yunan anlaşmazlığına dair tavizler – ki buna ben de katılıyorum- kendisini iktidarda tutan dinamikler açısından olağan, yerinde ve isabetlidir. 

***

Filistin halkının İsrail tarafından sistematik şekilde imhası konusunda Türkiye’yi yönetenlerin tutumu ortada. Bir yandan ucuz tehdit ve palavralar, diğer yandan cinayet makinesine verilen ticari destek. Anımsarsanız 7 Ekim’de Filistin-İsrail sorunu yeniden gündeme taşındığında kimi yarım akıllılardan İsrail yanlısı hezeyanlar gelmiş ama bunlar kısa süre içerisinde TKP ve diğer sosyalist kuruluşların da ön almasıyla susturulmuştu. İkinci ay doldu. Yarısından fazlası kadın ve çocuk 20 binden fazla Filistinlinin öldürüldüğü, milyonların yer değiştirmeye zorlandığı, gerek bağımsız STK’lar, gerek BM ajanslarının artık açıkça bir soykırım girişiminden bahsettikleri, ABD ve İsrail’in işlediği insanlık suçuna ortaklıkta kararlı Almanya gibi birkaç ülke dışında dünyanın ezici çoğunluğunun İsrail saldırısının bir an önce durdurulması gerektiği üzerinde hemfikir olduğu görülüyor. 

Türkiye’ye gelelim. Akepe iktidarının İsrail’le sürdürdüğü ticareti savunma cüretini gösteren iki kesim var. Birincisi Reis ne derse doğrudur ön kabulüyle hareket eden vicdan ve aklı ucuza kiralık bir tayfa. Açıkçası bunları fazla yadırgamıyorum. Şu veya bu şekilde beslendikleri bir sistemi savundukları için böyle bir tavır koyuyorlar. İkinci kesim ise daha sinsi. Savaşın başında İsrail’i savunmaya kalkışanlarla fikrî akrabalığı olan bu arkadaşlar şimdi “canım dert bini aşmış bir de Filistin’le mi uğraşacağız?” çizgisi üzerinden giderek bir yandan iktidarı eleştirir gibi yapıyor bir yandan da o fikrin doğal sonucu olarak “ticareti neden keselim, ülkemiz kalkınmasın, ihracatçı ve işçisi ekmeğinden de mi olsun?” makamından çığırıyorlar. 

Akepe iktidarının Filistin meselesini sahiplenir gibi görünmesinde eleştirilecek pek çok yan var ama “bize ne?” yaklaşımı çirkin ve yersiz. Kafası çalışan ve kendisini insan sayanların tutumu bu olamaz. Akepe’nin meseleyi bir din savaşına indirgeyen tutumunu, bu meyanda Müslüman ülkelerle el ele tutuşup sözde diplomatik girişimler gerçekleştirmesini elbette eleştireceğiz. Zira bu tutum Netanyahu ve genel olarak emperyalist Batı’nın meseleyi kültürel ve dinsel bir çatışmaya indirgeyen tavrına destek anlamı taşıyor. Dışişleri Bakanı Fidan’ın ABD ziyareti bunun son örneği. Yanlarına Filistin Yönetimi’nin Dışişleri Bakanı’nı da alıp okyanusu aşıyorlar ve düzenlenen ortak basın toplantısında Filistin Dışişleri Bakanı konuşturulmuyor. Neden? Suudi Bakanı’ın ifadesine göre ABD bunu şart koşmuş. ABD Dışişleri ise böyle bir koşul olmadığını söylüyor. İki tarafın da yalan söyleyebileceğinden emin olmakla birlikte benim aklıma gelen ilk soru şu: “Velev ki, öyle bir şart koşuldu, Fidan ve Müslüman şerikleri olarak siz bunu neden kabul ettiniz?” Filistin’in haklarını Filistinlileri susturarak korumanın izahı olmaz. Aslında bu kısa anekdotun ortaya çıkardığı net gerçek orada toplaşan “Müslüman ülkeler” heyetinin Filistin halkının çıkarlarıyla ilgili olmadığı ve her birinin kendi öznel gündemleri çerçevesinde ABD’ye gittikleridir. 

Dışişleri Bakanlığı personelinin zihniyetini değiştirme gereğinden dem vuran Fidan’ın aslında ilk yapması gereken mensubu olduğu siyasi iktidarın dünyaya dar bakışını değiştirmektir.  Bunun yolu da kendi halklarının korkusundan Filistin için “mış” gibi yapan meşruiyet fakiri devletlerle müsamere sergilemek yerine Brezilya, Kolombiya, Güney Afrika gibi Güney ülkeleriyle birlikte sahneye çıkıp, ayakları insanlık adına yere vura vura horon tepmektir. 

***

Bu hafta Somali Cumhurbaşkanı’nın oğlu Mahmud İstanbul’da bir trafik cinayeti işlendi ve 38 yaşında bir motokuryenin, Yunus Emre Göçer’in canına kıydı. Mahmud’un cinayet silahı diplomatik plakalı bir araçtı. Önce yalandan bir tutanak tutuldu, sonra buna binaen Mahmud salıverildi, ardından da Türkiye’yi terk etti. Bilirkişi raporunda ise asli kusurun Mahmud’a ait olduğu vurgulandı. Son olarak savcılığın ülkeden kaçan Mahmut hakkında bir yakalama kararı çıkardığını okuduk.

Diplomatik dokunulmazlık ve bağışıklıklar çok merak edildiği halde ayrıntı ve incelikleri az bilinen bir konudur. Bu alandaki temel belge 18 Nisan 1961 tarihli Diplomatik İlişkiler hakkında Viyana Sözleşmesi'dir. Okuyucuyu bunaltmamak için hızlı geçiyorum. Sözleşmenin 29. Maddesi diplomatların tutuklanamayacağı ve gözaltına alınamayacağını, 31. Maddesi ise cezai yargılamadan bağışık olduğunu belirtir. 

Ancak sanılanın aksine bu diplomatın suç işlemekte özgür olduğu anlamına gelmez. Sözleşmenin 38. Maddesi yargı bağışıklığı ve dokunulmazlığın sadece görevlerin ifası sırasında yapılan işlemler bakımından geçerli olduğunu kayıt altına alır.

Somalili Mahmud’un meselesinde bu bakımından tartışmaya açık noktalar mevcuttur. Birincisi Mahmud’un CB’nın oğlu olmasından dolayı taşıdığı diplomatik pasaport Türkiye’de görevli bir diplomat olduğu anlamına gelmez. Zira Viyana Sözleşmesi diplomatik ajanı açıkça bir ülke adına başka bir ülkede görevlendirilmiş kişi olarak tanımlar.  

İkincisi cinayet, tecavüz, hırsızlık gibi ağır suçlar ve suçüstü durumları 38. Madde kapsamında değerlendirilemez. Diplomatik pasaportu olan, hatta bir ülkede diplomat olarak görevlendirilmiş kişi de bu tür suçlardan yargılanabilir. 

Sözleşmede öngörülmemekle birlikte çoğu kez ev sahibi ülkeler “başlarını belaya sokmamak”, ikili ilişkilere halel getirmemek gibi gerekçelerle, diplomatı yargılamadan sınır dışı etmeyi tercih ederler. Ancak bu hukuki değil, siyasi bir tercihtir. Ülkesinde ağır suç işleyen ve suçüstü yakalanan bir diplomatı yargılayan devleti hiç kimse Viyana Sözleşmesi’ne aykırı hareket etmekle suçlayamaz. Kaldı ki, son gelen bilgilere göre Cumhurbaşkanızade Mahmud Bey, Türkiye’de İçişleri Bakanlığı'nın verdiği geçici ikamet iznine binaen bulunmaktaymış. Bu da diplomatik bir statüsü bulunmadığı anlamına gelir.

Toparlarsak, “diplomatik dokunulmazlık”, yukarıdaki anlattığım sebeplerle Mahmud’un ülke dışına çıkmasına izin verilmesine gerekçe olarak gösterilemez. Bu durumun ancak iki izahı olabilir. Birincisi ilgililer ya da görevliler diyelim, mevzuatı tam bilmedikleri için Mahmud’un gösterdiği diplomatik pasaporta kanmışlar ve önce serbest bırakmış, sonra da kaçmasına izin vermişlerdir. İkincisi ise, tüm bunlar siyasi bir karar ve talimat sonucudur, bu itibarla da görevlileri suçlamanın bir anlamı yoktur.

Akepeli yetkililerin sonradan yaptıkları açıklamalar, soruşturma yürütüldüğü gibi iddialar inandırıcı değildir. Akepe ile Somali arasındaki ilişkilere dair yüzeysel de olsa fikri bulunan herkes bu olayda yukarıdaki iki seçenekten hangisinin geçerli olduğunu süratle idrak edecektir.